9 Ocak 2009 Cuma

HAZAR KİTAPLIĞI

HAZAR ÇALIŞMALARI (Kitap incelemesi)
Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ*

HAZAR STUDIES
Anahtar Kelimeler: Türk Tarihi, Türk Kavimleri, Hazarlar
Key words: Turkish History, Turkish Tribes, Hazars
P.B.Golden, Hazar Çalışmaları, Çeviren E.Ç.Mızrak, Selenge Yayınları, Nu:31, İstanbul 2006, 384 sayfa. 20 TL
Türk tarihi ve kültürü konusunda oldukça önemli bir bilgiye
sahip, P.B.Golden’ın “Hazar Çalışmaları” adlı kitabı Türkiye
Türkçesine aktarılarak, bu konudaki boşluk, bir parça da olsa
doldurulmuştur. Eserin İngilizce baskısı Budapest 1980 senesinde,
Bibliotheca Orientalis Hungarica serisi içerisinde, Akademia Kiado
tarafından basılmış idi. Biz daha önce “Kök Türk, Uygur Türkleri
Tarihi ve Kültürü” ile “Türk Kültürünün Ana Hatları” isimli
eserlerimizde bu neşirden ilgili yerler için faydalandık1.
Kitabı Türk ilim camiasına ve kamuoyuna kazandıran Selenge
Yayınlarını bu vesile ile tebrik ediyorum. Özellikle son yıllarda, adı
geçen yayınevi yetkilileri yurt dışında Türk tarihi ve kültürüyle
alâkalı yapılmış incelemeleri ve basılmış kaynakları Türkçeye
aktararak çok mühim bir görevi yerine getirmişlerdir. İşte “Hazar
Çalışmaları” da bunlardan birisidir.
Türk tarihinin ve kültürünün araştırılması hususunda Doğu
ve Orta Avrupa alanı maalesef zayıftır. Herne kadar Türkiye dışında
bu sahadaki tedkikler, başta Macar Türkologlar tarafından
yapılıyorsa da, Türkler bu konuda oldukça yavaştır. Genç nesil
tarihçilerimizin belki de işin zorluğundan dolayı, sadece yakın dönem
Türk tarihiyle ilgilenmeleri ki, bunda da Osmanlı ve Cumhuriyet
dönemi gelmektedir, bu alanın boş kalmasına sebep olmaktadır.
Esasında Türk tarihçiliği son zamanlarda bir hız kazanmıştır. Yeni
kurulan üniversiteler ve buralara bağlı olarak açılan Fen-Edebiyat ve
Eğitim fakültelerinin Tarih bölümlerinde epeyce araştırmacı istihdam
ediliyor. Bu arkadaşlarımız yüksek lisans ve doktora düzeyinde Türk
tarihiyle, kültürü konusunda yeni yeni çalışmalara imza atıyorlar.
Eskiye oranla şartlar da düzelmekte, ilim adamları çeşitli yollarla,
kaynakların dillerinin konuşulduğu ülkelere daha rahat giderek,
öğrenmekte ve yerinde araştırma yapabilmekteler. İşin başka bir
tarafı, tarihçiler artık tercümanlık yapmaktan da kurtulmaktalar.
Biraz evvelce de bahsettiğimiz üzere söz konusu kitapevi misalindeki
gibi, bazı yayıncılar Türk tarihi ve kültürüne ait araştırma eserleriyle,
kaynakları çevirterek, tarihçilere büyük kolaylıklar sağlıyorlar.
Hazar Çalışmaları’nın dışında Türk tarihine ait başka
kitapları ve makaleleri de bulunan P.B.Golden’ın bu eseri dört ana
bölümden meydana geliyor.
I. Bölümde, Avrupa’da Hazar Öncesi Türk Akınları, Hunlar,
Ogur Türkleri, Sabirler (Sabar), Avarlar, Kök Türkler, Bulgarlar,
Bulgar Kültürü ve Kurumları, Bulgar Lisanı Üzerine Bir Not yer
almaktadır.
II. Bölümde ise, Hazarlar, Hazarların Menşei Hususundaki
Teoriler, Hazar Kaganlığı Tarihi, Sarkel ve Proto Mogollar işlenmiştir.
Kitabın III. Bölümünde, Hazar Kaganlığı: Halklar ve
Kurumlar, İtil Bulgar Yurdu, Burtas, Kuzey Kafkasya, Kuzey
Kafkasya Hunları, Alanlar, Hazar Kaganlığı, Hazar Yurdu ve Ticaret
alt başlıkları bulunmaktadır.
IV. Bölümde de, Hazar Sözcükleri Listesi adı altında bir
çalışmanın yapıldığını görüyoruz. Burada Arap, Grek, Ermeni,
Gürcü, İbrani, Fars kaynaklarında Hazarlarla ilgili geçen birtakım
özel adların üzerinde durulmuştur. Hazar tarihiyle alâkalı olarak
anılan bazı kelimelerin telaffuzları, menşeileri vs. gibi konulara
eğilinmiştir.
Yazar bazı terimlerin izahında doğru tespitler yapmasına
rağmen, çoğunda işin içinden çıkamamış ve zorlamalar ile pek çok
Türkçe kelimeyi yabancı kaynaklara dayandırma yoluna gitmiştir ki,
bu da bir eksikliktir. Dolayısıyla sayın Golden belgeler içerisinde
boğuşup dururken, Türk kültürünün ve tarihinin özelliklerinden
uzak kaldığını bir kez daha gösteriyor.
Eserin sonlarında çeviren tarafından, İspanya’daki Emevi
sarayında vezirlik yapan Hasday ibn Şaprut’un, Hazar kaganı
Yusuf’a yolladığı mektubun tercümesiyle, Yusuf’un cevap yazısına
yer verilmiştir. Evvelce de farklı yerlerde yayınlanan söz konusu
mektupların buraya konulması, bizce gayet isabetli olmuştur. Çünkü
haklarında ciltlerce yazılar kaleme alınan mektupların mahiyetlerinin
ne olduğunu, en azından okuyucular öğrenecektir.
P.B.Golden,eserine kaynaklardan ve araştırma çalışmalarından oluşan bir Bibliyografyayı da eklemeyi
unutmamıştır.
Adı geçenin kitabının I. Bölümünde, Avrupa’da Hazar Öncesi
Türk Akınları bahsinde, Türk devlet yapısı hususunda oldukça doğru
bir tespitte bulunuluyor. Burada şöyle denmekte: Öyle gözüküyor ki,
sürekliliğin sağlanması adına gerekli bütün niteliklere sahip
olmalarına rağmen, Altaylı halkların göçebe devletlerinin tarihten
silinişi de kuruluşları kadar hızlıydı. Bu tespit, aslında ne tamamen
doğru, ne de yanlıştır. Devletler gerçekten ansızın tarihten
siliniyorlardı, ama uruglar ve boylar içinde örgütlenen bodunlar
varlıklarını muhafaza ediyorlardı. Uruglar ve boylar yeniden
gruplanıyor, eski hanedan mensupları bulunarak yönetime getiriliyor
veya bu mirası devralan yeni hanedan sülaleleri ortaya çıkarılıyor,
birliğe yeni boylar dahil ediliyor ve yeni politik güç, genellikle yeni bir
isimle bir anda doğuyordu. Halk kitlesi baki kalır, devlet yapısı
çözülür ve tekrar düzenlenir; aslında değişen isimden ve bazan da
hanedanlardan başka bir şey değildir2. Bu cümle bize N.Atsız’ın Türk
tarihine bakış anlayışının bir göstergesi gibi gelmektedir3.
Araştırmacı bu bölümde Sabar, Bulgar, Avar gibi Türk
boylarından söz açmakla beraber, Ogur Meselesi üzerinde duruyor
ki, bu konu da henüz Türk tarihi açısından yeterince
aydınlatılmamıştır. Bir sürü ilim adamı tarafından Türk yurdunun
batısında yer alan, özellikle Batı ve Latin-Bizans kaynaklarında Ogur
olarak geçen Türk kabileleri sanki doğudakilerden farklı birer
topluluk gibi algılanıyor ki, bize göre bu yanlıştır. Tarihteki bütün
Türklerin herhangi bir teşkilata girmedikleri zaman “Tölös” diye
adlandırıldıklarını, daha önceden pek çok yazımızda dile getirdik4.
İşte bu Tölösler, kendi aralarında bir birlik veya siyasi teşebbüslerde
bulununca yeni isimler alıyorlardı. Yani Karluk, Kırgız, Oguz, Basmıl
vs. olurlar. Buna binaen bir hususa daha değinmek lazımdır ki; Türk
etnik gelişimi iki kol halinde temayüz etmiştir. Bunlar, Oguz ve
Kıpçak’tır. Dilciler ve tarihçiler birtakım meselelerin izahında bu
durumu genellikle göz önünde bulundururlar. Ama bazan bunun
dikkatten kaçtığı da oluyor. Ogurlar, Tölös topluluklarının batı
kollarıdır ve bir nizama girince Bulgar, Sabar gibi isim almışlardır.
Sayın Golden, Ogur boylarının İdil sahasına VII-VIII. asırlarda
geldiğini de yazmıştır ki5, bizce bu da hatalıdır. Bu bölgedeki Türk
varlığının M.önceki çağlardan itibaren olduğunu biliyoruz. Çin
kaynaklarıyla meşhur Oguz Kagan Destanı’nda, Türk-Hun
kuvvetlerinin Doğu Avrupa seferleri herkesin malûmudur. Ve bu
coğrafya erken çağlardan itibaren Türk yerleşimine açılmıştır. Bunun
bir sonucu olarak; Hunların batı kolları İskit ve diğer Ogur-Tölös
kabileleri buralarda yurt tutmuşlardır. Ama bununla beraber
zihinleri karıştıran Ogur problemi yeniden incelenmeye muhtaçtır.
P.B.Golden, burada özellikle Bulgar meselesine oldukça teferruatlı
bir yer ayırdığı da gözlemleniyor.
Bulgar kelimesinin menşei ve Bulgarların asıllarıyla alâkalı
açıklamalarına IV. Bölümde de yer veren araştırmacı, Bars İl
konusunda yanlış bir sonuca varmıştır. O; kelimenin telaffuz yoluyla
Türkçeleştirilmiş ve asıl anlamı kaybolmuş olan Paleo-Kafkas kökenli
bir sözcükle meşgul olduğumuz ise daha yüksek bir ihtimaldir,
diyor6. Ama hem Bars, hem de İl kelimesi binlerce yıldır Türkler
tarafından bilinen ve kullanılan birer mefhumdur. Bars; arslan,
kaplan vs. cinsi bir yırtıcı hayvan olup, aynı zaman da 12 Hayvanlı
Türk Takviminin bir yılıdır ki, eski Kafkas menşeili bir sözcük olması
mümkün değildir. 8. asrın Orkun Abidelerinde Bars İl’i bir kavim ve
coğrafya adı olarak görürken, ünlü Kırgız beyi Bars’ın isminde de
rastlamaktayız7. Herhalde vatan, ülke, yurt, millet vs. anlamına
gelen “il” kelimesinin de Türkçe olmadığını kimse iddia etmez.
Bununla birlikte sayın Golden o kadar ileri gidiyor ki, Sarkel
kelimesini açıklarken; sar-, sarıg-, sarı-nın izahını Türkçe yapmakta,
fakat sondaki eki Farsçada bile aramaktadır8. Halbuki buradaki ek
de çok açıktır, -el, -il, kelimesinden başka bir şey değildir. Yani
Sarıg-el = Sarkel.
II. Bölümde, yine Hazarlar araştırılmaktadır. Ama yazarın
Hazarların menşei, nereden geldikleri gibi konularda kafası halâ
karışıktır9. Gerçi bunda da haksız sayılmaz. Çünkü Hun ve Kök
Türkler çağında Hazar çevresinde ve Kafkasya’da görülen Hazarlar
(Kasar), sonradan bir il yapısına sahip olup, büyük bir devlet de
kurdukları gibi, 8. asırda Uygurların bir alt ailesi olarak da karşımıza
çıkarlar10. Bunun yanısıra Türk ve Çin kaynaklarının dışında,
batıdaki Türk kabilelerinden söz açan belgeler İskit, Hun, Sabar,
Hazar, Bulgar etnonimlerini çoğu zaman aynı halkı, yani Türkleri
ifade etmek için kullanırlar. Bu da araştırmacıların zihinlerini
bulandırıyor. Bugün halâ İskitler konusundaki münakaşalar
sürmektedir. Ama Hazar (Kök Türk ve Çin vesikalarında Kasar diye
geçer ki, bu yüzden Hazar ile Kasar’ın aynı olup-olmadığı Batılı ilim
adamları tarafından tartışılıyor), Bulgar, Sabar gibi toplulukların
Türklüğü kuşku götürmez. Bize göre İskit federasyonunun hakim ve
idareci tabakası da Türk’tür. İşin aslına bakacak olursak İskitler,
Hunların batıdaki sınır bekçileridir. Tıpkı Hazarların, Kök Türk
Kaganlığının hudutlarını koruyan bir boy olmaları gibi.
Kitabın IV. Bölümünde Kasar-Hazar etnonimi üzerinde bir
kez daha duruluyor. Fakat Hazar kelimesinin menşei ve manalarının
yetersiz olduğu görüşünde, ancak kendisi de hiçbi elle tutulur izah
sunmuyor11.
Hun ve Kök Türk birliği dağıldıktan sonra batıdaki Türk
kabileleri önce Sabar, sonra Hazar ve Bulgar siyasi yapısı içerisinde
yer almışlar, bir müddet geçince de onlar Kök Türklerin mirasçısı
olan Hazar teşekkülüne girmişlerdir ki, Golden da buna işaret
ediyor12.
Yine Türk tarihinin problemli konularından birisi de
Akatzirlerdir. Gerçekten tarihte Akatzir diye bir kavim var mıydı, ya
da bu başka bir Türkçe adın yanlış yazılmasından kaynaklanan bir
etnonim midir? Dolayısıyla yazar bu meseleye de değinmeye
çalışmıştır ki13, bizim de bu hususta ki fikrimiz; bir Hun kabilesi
olarak görülen Akatzirlerin, Hazarların bir bölümünü oluşturan Ak
Kasarlar (Ak Hazar) olduğu yolundadır.
Hazar tarihi ile ilgili birinci elden kaynak durumunda
bulunan İslam eserlerini inceleyen araştırmacı, bunlara dayanarak;
8. asırda Karadeniz’in kuzeyi, Kafkasya ve Hazar çevrelerine Türkiye
dendiğini de vurgulamaktadır14. Dolayısıyla bu belgeler tarihteki
Türk yurdunun sınırlarının nerelerde olduğunu da
ispatlamaktadır15. Bu yüzden Hazarlar yaşamış oldukları çağlarda,
bulundukları coğrafya itibarıyla dünya dengelerinde son derece
etkiliydiler. Yani bölge ülkeleri Hazar faktörünü hesaba katmadan
birşey yapamıyordu. Bunun bilincinde olan Hazarlar da, bu
vaziyetten azami ölçü de faydalandılar. İran-Bizans savaşlarında
onlar Bizans tarafını tutmuştu. Hatta bu ittifakı kuvvetlendirmek
maksadıyla Hazar kaganının kızı İstanbul’a gelin gitti. Böyle bir
yakınlaşmayı Araplar da istediğinden, Halifenin Ermeni bölgesi valisi
Yezid, bir Hazar prensesiyle evlenmiş, ancak bu kızın kısa bir süre
sonra ölmesi, Hazarların 760’larda Kafkasya’nın güneyine
saldırmalarına sebep olmuştu16. Bunun gibi Hazarların, Arap
ordularının Kafkasya’nın kuzeyine, dolayısıyla Doğu Avrupa’ya
geçmelerine engel olmalarının yanısıra, Rusların da (Slavlar) güneye
inerek, Kafkasya ve İran’ı işgal etmelerinin önünü aldıkları görülür
ki, bu da oldukça ilginçtir.
Kitapta eski Macarlara oldukça geniş bir yer ayrılmış ve ileri
sürülen fikirlere göre, onların Ugor menşeilerinden daha çok, Türk-
Ogur kökenleri üzerinde durulmuştur17. Bu yüzden uzun yıllar
Türklük camiası içinde bulunan Macarlara şu veya bu şekilde hem
ırki, hem de kültürel manada Türk tesirinin olduğu inkar edilmiyor.
Yine eserde bir başka tartışmalı halk olan Alanlar bahsi de
mevcuttur18.
Çalışmada yer yer Hazar gelenek ve görenekleriyle,
yöneticilerinden de söz açılıyor. Buna bağlı olarak, Hazar kaganının
tacı, tahtı ve altın kemeri anılmıştır19. Bunlar eski Türk anlayışında
hakimiyet sembolleridir. Bu yüzden her hükümdarın altından tahtı,
tacı, kadehi, kılıcı ve bir de kemeri vardır ki, bunun somutlaştırılmış
şeklini 2001 senesinde, Saadettin Gömeç tarafından yürütülen
Mogolistan’daki Türk Anıtları Projesi sırasında, Bilge Kagan’ın anıt
mezarlığında gördük20.
Araştırmacının, özellikle Batılı ve Türkiye’de bu yabancılardan
etkilenen birtakım ilim adamlarının düştüğü yanlışlıkla “Türklerde
ikili krallık” diye bir anlayışı açıklamaya çalıştığına şahit oluyoruz21.
Eski Türk devletinde günümüze kadar, merkezden uzak bölgelerin
hanedana mensup kişiler tarafından bağımsız yönetildiğine dair bir
görüş hasıl olmuşsa da, bu doğru değildir. Bilakis Türklerde merkezi
bir idari sistem söz konusudur. Yapılan işler daima merkezdeki
kaganın haberi dahilinde gerçekleşirdi. Ancak, zaman zaman
mesafenin çok uzak olması nedeniyle, bazan ani kararlar alınması,
yani yerel yöneticilerin insiyatif kullanması söz konusu oluyordu ki;
bu birbirinden bağımsız iki idare olduğunu göstermez. Zaten başta
saygı duyulan ve korkulan büyük bir otorite olmasaydı ne bu Türk
hanedanları bu kadar muhteşem, ne de uzun ömürlü olurlardı.
Eser özellikle Yahudi Hazarlar üzerine kurgulandığından,
kitabın bazı yerlerinde zaman zaman bu inancın korunduğu ortaya
çıkıyor. Buna binaen sayın Golden Hazar Kaganlığının yıkılışıyla
alâkalı olarak şunları söylüyor: Kaganlığın 10. yüzyılın ikinci
yarısındaki beklenmeyen çöküşü kaçınılmazdı. Hazar ülkesinin
yıkılışı Musevileşmiş olmalarından dolayı değil, merkezi olmayan
güçlerden müteşekkil konar-göçer devlet yapısının zayıflıkları ve İtil
boylarında gelişen ekonomik yapının doğasından
kaynaklanmaktaydı. Ekonomi, Dunlop’un açıkça belirttiği gibi, çok
az doğal kaynağa dayalı “oldukça yapay” nitelikteydi. Orduyu
destekleyen ticari gelirlere dayanan, bir bakıma kaganlara gelirlere
zorla el koyma kabiliyetini sağlayan ekonomi, sürekli artan bir
gerilime yol açtı. Gelir kaynaklarından birinin zayıflaması, bir
diğerinin çöküşüne sebebiyet verebilirdi. Hiçbiri diğeri olmadan
ayakta duramazdı. Dinin etkisini bunlara atfetmek, göçebe
devletlerin doğasını tamamen yanlış anlamak manasına gelir22.
Elbette ki bir devletin çöküşünde değişik nedenleri sayabiliriz.
Bunların arasında ekonomiyle, savaş sanayi ve stratejisinde
yavaşlama da vardır. Ama bize göre, kaganlığın dağılmasının başlıca
sebebi, Kök Tengri Dininden farklı inançlara meyledilmesidir.
Yahudilik gibi diğer yerleşik hayat dinleri onların yaradılışlarına ve
milli hayat tarzlarına uymadığından, yozlaşıp gittiler23.
Kaynaklarda geçen bazı unvanların açıklanmasında da
Golden hatalıdır ki, bunlardan birisi, İl-teber’dir. Vesikalardaki Alp
İl-teber’in, teber kısmının anlamı o çağa ait ve geç dönem
sözlüklerine başvurularak verilmeye çalışılmışsa da24, bu herhalde
eski Türkçedeki “tebirmek” (tevirmek-ebirmek) fiiliyle, yani çekip,
çevirmek, idare etmek, yoluna koymakla ilgilidir25. Gürcü
kroniklerinden alınan “Bluç’an”26
şahıs adı da, bizim fikrimizce
Buluç’tur. Çorpan Tarkan unvanındaki Çorpan’ın da Çolpan’ın
bozulmuş şekli veya bundan geldiğini sanmıyoruz27. İsimde hiçbir
bozulma yoktur. Doğrudan doğruya Çorpan Tarkan’dır. Çor da,
tarkan da eski Türk devlet teşkilatında, zaten askeri ve idari birer
unvandırlar. Yine 730 senesinde, Hazar kaganının annesi Bars Bike
tarafından vazifelendirilen komutanın unvanı da Tarmaç28
değil,
muhtemelen Tamgaçı olsa gerek.
Bize göre sadece Golden değil, pek çok araştırmacının hataya
düştüğü bir konu da; Türklerin efsanevi atası ve Kök Türk
hükümdar ailesinin adı olan Aşina’nın (A-shih-na) söylenişidir.
Bilindiği gibi Çin kaynaklarına baktığımızda Türklerin bir kurttan
türediklerini ve Kök Türk hanedan ailesinin de Börü soyadını
kullandıklarını görürüz. Türklerin “börü” ve “çona” dedikleri kurt,
Çin vesikalarına Aşina (A-shih-na) biçiminde intikal etmiştir.
Bundan dolayı bu yanlış adlandırma günümüze kadar gelmiştir.
Buna bağlı olarak yazar, Hudud’ül-alem’deki Hazar hükümdarının
“Ansa” soyundan gelen bir kişidir29 kaydından yola çıkarak, diğer
bazı alimlerin de iddialarına yer vererek, sokmadığı menşe
bırakmamıştır. Halbuki kelimenin aslı bugün halâ Türklerin ve
Mogolların börü manasına kullandıkları bir başka terim olan
çonadan başka bir şey değildir30.
Netice itibarıyla, P.B.Golden’in bu çalışmasın da Türk tarihi
ve kültürü açısından dikkat edilmesi gereken birtakım hususlar söz
konusu ise de; özellikle Hazar dönemi Türk tarihi bakımından son
derece önemli bir çalışmadır. Dolayısıyla bu araştırmanın Türkiye
Türkçesine aktarılmasını takdirle karşılıyoruz.

+++++++

GÜNÜMÜZDE KARAMAN VE HAZAR TÜRKLERİ

“… Hazarlar tarih sahnesinde bir güç kaynağı olarak üç yüz yılı aşan bir süre içinde önemli roller oynamıştır. Üç kıta parçası üzerinde bu gücünü duyurmuş, hatta Hıristiyanlık, İslamiyet gibi evrensel dinlerle tanışmış, fakat bir kader çizgisi olarak üst yöneticiler veya deyim yerinde ise, Patrimonial yapı Yahudilik dinini benimsemiş, bu da sürekli bir etkileşim alanı olarak Hazar kültürünün yabancılaşmasına yol açmıştır. Benzeri görüşler Karaman Türkleri için de geçerlidir. Osmanlı’nın bir devlet kuruluşu olarak, tarih sahnesine çıkışı, Patrimonial yönetim veya Hanedan-ı Hümayun’un dünya görüşü ve akraba boylara yönelimi son derece sert olmuştur. Bu durum, Karaman boylarının Anadolu’dan uzaklaşmasına, Balkan kültürleri içinde önemli oranda kimlik yitirmelerine yol açmıştır… Tarihsel olaylara süreklilik açısından yönelen metodolojik yaklaşımlar, yukarıda belirttiğimiz üzere, hem Karaman boylarını hem de Hazar Türklerinin akıbetini sorma hakkına sahip olmalıdır.Her iki Türk boyları, farklı kültürel ve toplumsal etkileşimler sonucunda ne tür bir tablo çizmişlerdir? İzlerine rastlamak mümkün mü? Varsa yaşam biçimleri, dünya görüşleri ve günümüz Türk toplumuna bakış açıları nelerdir? Tüm bu sorunlara bilimsel açıdan yaklaşımlarda bulunmak, akrabalık değerler sistemi ötesinde bir hak ve sorumluluk duygusudur. Hazarlar ve Karaman Türk boyları, farklı inanç ve kültürler içinde asimilasyon sürecine maruz kalmak suretiyle büyük ölçüde kimlik depresyonuna maruz kalmış olsalar bile, onların izlerini sürmek yukarıda belirttiğimiz üzere Tarihselci metodoloji açısından vazgeçilmez bir haktır. Şurası bir kez daha önemle vurgulanmalıdır ki, günümüzde Karaman Türkleri kendilerini Hıristiyan kökenli değil, “Türk Ortodoksları “ olarak algıladıkları gibi, Hazarların evlatları günümüz Karaylar da aynı şekilde kendilerini Semitik kökenli değil “ Türk Yahudisi “ olarak tanımlamaktadırlar. Gözleneceği üzere hem Karamanların hem de Hazarların torunları Karay.......

+++++++

 HAZAR İMPARATORLUĞU

Liste Fiyatı: 15,00 TL
 +++++++ 

HAZAR YAHUDİ TARİHİ 
  • Kategori: Tarih
  • Yayınevi: Selenge Yayınları
  • Yazar: D.M. Dunlop
  • Çevirmen: Zahide Ay
  • Kapak Tasarımı: Nüans Ajans
  • Baskı Sayısı: 1
  • Baskı Yılı: 2008
  • Kağıt Cinsi: 2.Hamur
  • Sayfa Sayısı: 305
20 TL
Hazarlar Müslüman, Hristiyan ve Yahudidİr. Aralarında putperest olanlar da vardır. Yahudiler bu gruplar içinde sayıca en az olanıdır. Halkın çoğunluğu Müslüman ve Hristiyandır. Buna rağmen melik ve mevkebi Yahudidir.
İstahrî
Yahudi tacirlerin İdilde topladıkları tüm servet, ovman-step şeridine yerleşen Slavyanlann, Karadeniz civarı bozkrrlıları Peçeneklerin, Ural-ötesi vadilerindeki göçebe Guzlarm, Orta Kafkasyanın dağlık boğazlarını ellerinde tutan Alanların ve Azak sahillerine saçılmış bulunan Bulgarların kalplerini s.atın alamazdı.
Hazar Yahudileri tarihim yazmaya girişen Dunlop, Museviliğin Hazaryada hangi kahpece rolü oynadığını anlayamamıştır.
Kendine özgü bir din olan Musevilik, sadece Hazar Devletinin bünyesinde yer alan birçok halkın değil, bizzat Hazarların tamamının dahi dini olamazdı.
M. İ. Artamonov
Hazar Devleti, Avrupanın karanlık ufkunda parlayan ve arkasında varlığına işaret eden hiçbir iz bırakmadan sönüveren parlak bir göktaşı gibiydi.
V.V. Grigoryev
"İkili iktidar", artık Yahudİleşmesine rağmen, hakanın yüzünü yılda ancak bir defa gören halka karşı uydurulmuş koca bir yalandı. Yılın kalan diğer günlerinde ise Yahudi cemaati başkam, Hazarları ve komşu halkları, masraflarını Hazar halkının çekmek zorunda olduğu paralı askerleriyle inim inim inletirdi. Hazarlar bu parayı ödüyorlardı, ama bir çıkış yolu bulamıyorlardı.
L. N. Gumilev
+++++++
Lev Nikolayeviç Gumilöv
SELENGE YAYINLARI
20 TL
Üzülerek belirtmek gerekirse tarih boyunca insanlığın kaderinde çok önemli bir rol oynamalarına rağmen Türklerin tarih şuuruna yeterince sahip olmadıkları bir vakıadır. Mesela Göktürk İmparatorluğu'nun birinci hakanlık döneminde bu şuur yoktur ama elli yıllık esaret devrinden sonra kurulan ikinci hakanlık döneminde bu şuur belirgin olarak ortaya çıkmış ve abidelerde gelecek nesillere de tarihi şuura sahip olmaları konusunda öğütler verilmiştir. Bu öğüdü layıkıyla anlayamayan daha sonraki kuşakların yönetici kadrosu önce alfabesini, sonra yavaş yavaş kültür, dil ve töresini kaybederek öz benliğinden uzaklaşma safhasına girmiştir. Su safha takriben 1200 yıllık bir dönemdir.


T
+++++++

Marek Halter
EVEREST YAYINLARI
11 TL
10. yüzyıl... Genç İshak, Volga ile Kafkasya arasında hüküm süren Hazar Krallığı’na Kurtuba baş hahamı Rabin tarafından ulak olarak gönderilir. İshak’ın yanında taşıdığı, yüzlerce yıldır beklenen Mesih’in bu yeni Yahudi krallığına atfedildiği bir umut mektubudur. Bir yıldan fazla süren çetin ve tehlikeli yolculuğu sırasında İshak hem hayatının aşkına hem de mesih umudunun sonuna ulaşır.20. yüzyıl... Hazarlar üzerine araştırma yapan bir yazar: Marc Sofer. Araştırmaları onu Bakû’ye götürür ve orada Hazarların son sinagogunun bulunduğu bir mağara keşfeder. Büyük bir petrol rezervinin üzerinde bulunan bu mağara aynı zamanda çağın en büyük petrol savaşının tam ortasında durmaktadır. Tıpkı on asır önceki İshak gibi Sofer de orada hem aşkını hem de umutlarının sonunu bulur.Çok farklı çağlardan kahramanların bir arada sürükleyici olarak anlatıldığı bu romanda ünlü Fransız yazar Marek Halter, tarihsel roman ve çağdaş gerilim roman tarzlarını mükemmel bir biçimde birleştirerek büyük bir destanı ve harika bir aşk hikâyesini sergilemektedir. Başta ünlü yazar Arthur Koestler olmak üzere Hazarlar’ın destanı birçok yazarı etkilemiş ama hiçbir romancı şimdiye kadar günlük hayatı, aşkları, Batı’nın bu bölge üzerindeki siyasal çıkarlarını bu denli güçlü ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyamamıştır. 
S
+++++++

HAZAR TARİHİ 
M. İ. Artamonov
SELENGE YAYINLARI
35 TL
- Önsöz
- Doğu Avrupa'daki Hun Kabileleri
- Savirler
- Utigur ve Kutrigurlar
- Avarlar
- Hazarlar'la İlgili İlk Bilgiler
- Türkler Avrupa'da
- Türk - Hazarlar Kafkas - Ötesi'nde
- Büyük Bolgarya
- Hazar Devleti'nin Teşekkülü ve İlk Dönemi
- Kuzey Dağıstan'daki Hun Krallığı
- Hazar - Bizans İttifakı
- Araplar'la Savaş
- Hazarlar'ın VII. Yüzyılın İkinci Yarısında Bizans ve Araplar'la Münasebetleri
- Hazarlar'ın Mûsevîliği Kabûlü
- Sarkel
- Hazarya'da İç Savaş. Konstantinos Phylosophus'un Misyonerliği
- Madyarlar ve Peçenekler
- Hazarlar ve Alanlar
- Hazarlar ve Ruslar
- İtil Şehri
- X. Yüzyılda Hazarya
- Hazarlar'ın Doğulu Komşuları
- Hazar Krallığı'nın Yıkılışı
- Hazar Mirası
- Sonuç
- Kitapta Geçen Olayların Kronolojisi
- Kısaltmalar
- Kaynakça
- Dizin
- Summary - The History of the Khazars
1972 yılında ölen Rus tarihçi ve arkeolog M. İ. Artamonov’un Hazar Tarihi, (Türkler, Yahudiler, Ruslar) adlı bu eseri, sahasında yazılmış en temel kaynak eserdir. Artamonov’dan sonra Hazarlar, Ruslar ve Hazar Yahudileri hakkında eser yazanların hemen tamamı, Artamonov’un bu kitabından geniş ölçüde faydalanmışlar; metodoloji olarak da onu taklit etmişlerdir.

Artamonov’un bizzat kendisi, eserini 25 yılda tamamlandığını belirtmektedir. Gerçekten de böyle bir eser birkaç yılda yazılacak bir çalışma değildir.

Eserde Hazarlar’dan önce bu bölgede yaşayan halkları, Hazarlar’ın kimlerin torunları olduğunu, komşularının hangi halklardan teşekkül ettiğini bulacak; sırasıyla Hunlar, Bulgarlar, Hazar Türkleri ve komşu Türk halkları (Peçenekler, Bulgarlar, Kıpçaklar, Oğuzlar, Burtaslar..) ve diğer komşuları (Aslar, Osetinler, Gürcüler, Alanlar, Bizanslılar, Araplar, Acemler, Harezmliler vs.) ile olan münasebetleri okuyacaksınız.

Daha sonra Yahudiler’in Hazarya’ya nereden geldiklerini, halkı nasıl köle haline getirdiklerini, nasıl memleketin efendisi olduklarını ve Hazarlar’ın Yahudiliğe geçişini; Hazar Rus çatışmalarını ve sonunda Ruslar’ın Yahudiler yüzünden bir Türk devletini zamansız yıkışlarının hikayesini bulacaksınız.S

+++++++
Onüçüncü Kabîle (TheThirteenthTribe), 

Arthur Koestler’in, Yahudi ırkı ile Mûsevîliğin özdeş olduğunu kabûl eden klâsik öğretinin, “Kabala”nın dışına çıkan, Doğu Avrupa’da, özellikle Polonya, Litvanya ve Macaristan’da yaşayan Aşkenaz Mûsevî soylarının Hazar Türklerinden geldiğini iddia eden ve bu halkın Filistin’den İspanya’ya göç etmeye mecbur edilen İsrail orijinli Sefarad Mûsevîleri ile tarihin hiçbir zaman diliminde ilgilerinin bulunmadığını belgelerle kanıtlayan bir eser.
Arthur Koestler, 1905 yılında Budapeşte’de doğdu. Aşkenaz Macar Mûsevîsi ve eski bir Marksistti. Stalin’in uygulamaları karşısında bu inancını terk etti. İngiliz vatandaşı oldu ve Londra’ya yerleşti. İngilizce yazdığı roman, makale, felsefî ve bilimsel araştırmalar ve de çok sayıda ve türde yapıt üreten, Encyclopedia Britannica’nın da bazı maddelerini yazan değerli bir yazın ve düşün adamı. Geniş araştırma ve incelemelerinden yola çıkarak yazdığı “13’üncü Kabîle” eseri, 1976’da, Londra’da yayınlandı. 1983’te Londra’daki evinde eşiyle birlikte ölü bulundu. Ölümü şüpheli görülse de polis, intihar ettikleri sonucuna vardı.
Günümüz Yahudilerinin tümü, gerçekten Sâmî ırkına mı, yoksa bir kısmı asimile olmuş Hazar Türklerine mi mensuplar konusu, bilim çevrelerinde tartışma konusu olmaya devam ediyor. Şunu ilâve edelim ki ırksal orijinleri ne olursa olsun Mûsevîlik, bir ana dindir. İncil olsun, Kur’an-ı Kerîm olsun, Mûsevîliğe, tek tanrıcılığın ilk kitabı Tevrat’a saygı duyarlar.
Arap belgelerinden, el-Balkhi (MS 921), İbn Fadlan el-İstakhri (MS 932), İbn Havkal (MS 977) yazmaları; Bizans belgelerinden, İmparator Constantin XII. Porphyrogenitus’un “De AdministradoImperio” (MS 950) eseri; Rus belgelerinden, folklor dışında ilk yazılı Rus kaynağı “PovetzVremennikh”; çağdaş kaynaklardan A. Toynbee, J. B. Bury, G. Vernandsky, S. W. Baron, C. A. Macartney, Paul E. Kahle, D.M. Dunlopve Zeki Velîdî Togan tarafından yazılmış çeşitli eserler, Tel Aviv Üniversitesi Ortaçağ Yahudi Tarihi Profesörü A. N. Poliak’ın İbranice “Hazarya” eseri ve de özellikle Endülüs Kurtuba (Cordoba) Emîri Abd-el Rahman’ın Mûsevî asıllı başbakanı Hasdai İbn Şaprut ile Hazar-Türk İmparatoru Jozeph arasında teati edilen mektuplaşmalar yazarın tezini destekleyen belgelerdir.
Prof. J. B. Bury, “A History of theEastern Roman Empire (Londra, 1912)” eserinde “İbrânî dini, İslâm dininin oluşumunu büyük ölçüde etkilemiştir. Hıristiyanlığın temeli zaten bu dine dayanır. Sağda solda tek tük kişilerin bu dîne geçtiği de sık sık görülür, ama HazarlarınYehovadînine toptan geçişi gibi bir olay, tarih boyunca görülmüş değildir” diyor.
Nitekim bu oluşumun dışında Moldova’da yaşayan ve Türk dili konuşan Hıristiyan Gagavuzlar’ın eski putperest Gökoğuzlar olduklarını, Hıristiyan Bulgar, Macar, Finlilerle ve Litvanya’da yaşayan Mûsevî Karahitay halklarıyla yakın akraba olduğumuzu biliyorsunuz sanırım. Keza, günümüzde de Türkçe konuşan Mûsevî Karaitlerin de Hazar Kağanlığının torunları olduğu tahmin ediliyor.
Türk kabîleleri, MS I’inci yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan batı yönüne doğru göçe başladılar. Göç eden boyların tümü, “Türk” sözcüğü ile anılmış, aynı karakteri taşıyan dillerine “Türkî” dili denmiştir. Hazar Türkleri, Orta Asya’dan Hazar Denizi’nin kuzeyine, Hazar’a dökülen Volga ile Kırım Yarımadası batısından Karadeniz’e dökülen Dinyeper nehri arasına ve Kafkas Dağları kuzeyine,VI’ncı yüzyılda yerleştiler. O dönemdeki bütün Türkler gibi Şaman dinine inanıyorlardı.
Hun-Türk İmparatorluğu, MS 372 yılında Hazar’ın kuzeyinden başlattığı harekâtla Avrupa’da 80 yıl, MS 453 yılına, yâni Attila’nın ölümüne kadar kalabilmişler ve sonuçta silinmişlerdi. Çünkü Hun halkı göçebe idi. İşgal ettikleri yörede hiçbir yeni kent kurmamışlar ve mevcut kentlere yerleşmemişlerdi.
Hazarlar ise yeni yurtlarına yerleştiler ve yeni kentler kurdular. VII’nci yüzyıl, en parlak ve görkemli dönemleri oldu. Bölgede XI’inci yüzyıla kadar, en az 400 yıl hüküm sürebildiler. Hazar halkı da yarı göçebe olmakla beraber yerleşik düzene geçebilmiş bir toplumdu. İlk başkentleri Kafkas dağlarının kuzey yamaçlarında kurdukları Balanjar’dı. Daha sonra Arap saldırıları nedeniyle,VIII’inci yüzyılda Samandar kenti, buradan Hazar Denizi batısında ismi bilinmeyen bir kent, daha sonra da Volga nehrinin iki kıyısında kurulan İtil kenti başkentleri olmuştur. (Volga nehrinin Türkçe adı İtil’dir. İtil kentinin kalıntısı Sovyet arkeologları tarafından bulundu ve meydana çıkarıldı). Yarım daire şeklinde ülkeyi saran surlar, Kırım’dan başlar, kuzey yönüne açık stepleri kat eder, Don ve Volga nehirlerine kadar uzanırdı. Ülkenin güneyini Kafkas dağları korurdu. Hazarlar, kışın şehirlerinde otururlar, yazın çiftçiler bağ, bahçe ve mısır tarlalarına, hayvancılar step ve meralara giderlerdi.
Hazarların yeni ülkelerine yerleştikleri dönemde komşuları, batıda Hıristiyan Katolik Karolenjler, güneyde Ortodoks Doğu Roma (Bizans) ve Orta Doğuda Müslüman Arap ülkeleri idi. Komşularıyla sıkı ticârî ilişkiler içine girdiler. Aynı zamanda savaşçı bir kavim olan ve muntazam ordusu bulunan Hazarların bu bölgede konuşlanması, tarih boyunca bugünün devletlerinin ve bugünün sınırlarının şekillenmesini etkiledi. Şöyle ki, Müslüman Arap orduları yayılmacı ve İslâmlaştırıcı bir politika güdüyorlar, savaş ve misyonlarında başarılı oluyorlardı. Ne var ki Arap orduları, kuzey yönüne yaptıkları akınlarda Kafkasları aşamadılar; karşılarında Hazar ordusunu buldular ve püskürtüldüler (MS 732). Bundan sonraki yıllarda da ilerleme olanağı bulamadılar. Hazar Kağanlığı, Halîfe ordularının, dolayısıyla İslâmiyetin Avrupa’ya yayılışını önlemiş oldu. Komşu Doğu Roma İmparatorluğu ile barışçı bir politika izliyorlardı. İlişkilerindeki ilginç olay, İmparator V’inci Konstantin’in (741-775) bir Hazar prensesi ile evlenmesidir. Bu evlilikten doğan çocuk, İmparator IV’üncü Leon adıyla tahta çıkacak (775-780) ve ‘’Leo-Hazar’’ ismiyle anılacaktır. Hazar Kağanlığı, her zaman diliminde Bizans İmparatorluğunu Pers-Sâsânî ve Müslüman-Arap saldırılarından korumuştu.
Hazar Kağanının Şamanizmi terk ederek Mûsevîliği tercih etmesinin nedeni nedir acaba? Kağan, tek tanrıya inanan üç dinin mensuplarıyla olan yakın ilişkilerinde, Şaman dininin ilkelliğini sezmiş, devletine komşu olan Hıristiyan ve Müslüman dinlerinden birini seçmesi durumunda, her iki taraftan birinin etki alanına ve sultasına gireceğini düşünerek her iki dini de tercih etmemiş olabilir. Bu durumda, tek tanrılı bir dine geçecekse Mûsevîliği kabul etmesinden daha mantıklı ne olabilirdi? Nitekim Hazar Kağanlığı, 740 yılında resmen Mûsevîliği kabul etti. Ne var ki Şamanist etki ve geleneklerinin bir süre daha devam etmiş olmasını doğal karşılamak gerekir. Nitekim Hazar ülkesini ziyaret eden Haham Petrachia, gezi notlarında Hazarların “Talmud” eğitiminden yoksun olduklarını ifade ediyor ve onları kınıyor. (Talmud, medenî hukuk ve tören kuralları ile dinsel davranışlarıiçeren kutsal öğretidir).
Hazar İmparatorluğu, XI’inci yüzyıla kadar büyük devlet statüsünü muhafaza etti. Bu arada Oğuzların Kınık boyundan Selçuk Bey, Büyük Selçuklu Devletini kurmuş, Hazar Denizi güneyinden, Horasan’dan batıya yönelmişti. Kuman Türkleri ve diğer Oğuz boyları putperest kalmışlar, Selçuklular İslâm dinini kabul etmişlerdi. Selçuklular, Hazarlarla temas sağladığında onların da kendi dillerini (Türkçeyi) konuştuğunu görmüşler, din farklılığına rağmen dost olmuşlar, onlara paralı asker sağlamışlardı. İlginç olan, Selçuk Beyin dört oğlundan birinin adının İsrafil, oğlu Tuğrul Beyin bir oğlunun David isimlerini almış olmalarıdır.(Bu isimler Türk tarih kitaplarında Arslan Yagbu ve Kulan Arslan olarak geçer). Keza putperest Kuman kağanının oğulları da İzak ve Daniel adlarını almışlardı. Bilindiği gibi bu adlar Tevrat adlarıyla örtüşmektedir. Selçukluların Mûsevî olmadıkları kesin olduğuna göre bu adları Hazar asıllı anaların koyduğu ilk akla gelen ihtimaldir.
Hazar İmparatorluğunun sonunu getiren, Kuzeyden gelen Viking akınları, Altınordu ile savaşları ve Moğol istilâsı, özellikle de Rusya’nın kuvvetlenerek güney sularına kavuşma politikası sonucu yapılan savaşlarla yaşanan yenilgiler oldu. Kiev Prensi Vladimir’e, Hazarlar 986 yılında Kiev’e gidip Mûsevîliği telkin ettilerse de başarılı olamamışlardı. Prens Hıristiyanlığı kabul etti. Bu oluşumdan sonra yapılan çatışmalarla, vaftiz olmayı reddeden Kiev’de büyük orandaki Mûsevî topluluğu ve diğer Hazar kolonileri, batıya göç etme zorunluluğunda kalmışlardır. Gelişen Rus baskısı yanında Moğol istilâsının da göçlerde önemli rolü olduğunu yukarda belirtmiştik. Hazar göçleri yanında diğer Türk boylarından Kuman-Macar ve Bulgarlar da anayurtlarından sürülmüş, bu günkü yurtlarına yerleşmişlerdir.
Hazar göçleri, Polonya, Litvanya ve Macaristan’a yerleşmelerine, orada koloniler kurmalarına kadar sürmüştür. Polonya Krallığı, Hazar Mûsevîlerine sinagog açma, mülk sahibi olma, okul açma gibi izinler vermiştir. (1334, Büyük Casimir yasası). Bu izinler paralelinde, İbranicede “ayarah”, Yiddiş dilinde “schtetl” (ştetl) olarak adlandırılan Mûsevî kasabaları oluştu. Bu kasabaları Batı Avrupa’da oluşan Mûsevî gettolarıyla bir tutmamak gerekir. Gettoların çevresi duvarla çevrilidir, geceleri kilitlenen kapıları vardır. Bu önlemler, içe dönüklüğe yol açmış, gettonun genişleme olanağı olmadığı için de çoğaldıkça sık ve sağlıksız yapılaşmalar meydana gelmiştir. Ştetllerde ise sosyal ve hukuksal sınırlama olmadığından doğal gelişim ortamı yaratılabilmiştir. Polonya, Litvanya ve Macar Hazarları, Mûsevî kalmakla beraber zaman içinde Hıristiyan halklarına uyum göstermişler, ancak eski ülkelerindeki bazı geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Örneğin, kadın başlıklarında günümüzde Kazak ve Türkmen kadınlarının taktığı, bir nevi türban olan “jauluk”tan vazgeçmemişlerdir. Yine, Hazar Denizi kıyılarının “gefilte” balık dolmasını yeni ülkelerine getirmişlerdir. Hıristiyanlar tarafından da benimsenen bu yemek için “Balıksız Sebt olmaz” atasözleri, bu gün de geçerliliğini korumaktadır. Ştetl halkı, Cuma güneş batmadan iş yerlerinden evlerine ulaşır ve Sebti (Şabat) aileleriyle karşılarlar. Büyük çiftliklere dönüşen ştetller, zamanla oluşan kentleşme ve girişimcilik ruhu ile kurulan sınai ve ticarî tesislere dönüşmüştür. “Yeni ufuklara doğru ilerleyin, ama bir arada ilerleyin” ilkesinden ayrılmamışlardır. Hazar Türkleri, çevre ile gelişen ilişkiler sonucunda, doğal olarak Türkçeyi unutmuş, kendi aralarında Yiddiş dilini, dış çevrede Lehçe, Macarca ve Almancayı kullanmışlardır. Çok doğaldır ki, genellikle yeni bir ülkeye yerleşen göçmenler, üç kuşak sonra evde konuştukları ana dillerini bir yana bırakıp o ülkenin dilini daha çok benimserler.
Bizde de Almanya’ya giden işçilerin üçüncü kuşak çocukları, kem küm ederek konuştukları, hattâ unuttukları Türkçeye mukabil Almancayı bülbül gibi konuşur duruma gelmediler mi?
Bazı tarihçilerin, beş yüz yıl sonra Türkçeden başka bir dil konuşuyorlar diye, Polonya, Litvanya, Macar Mûsevîlerinin Hazar-Türk kökenini reddetmeye kalkmalarını anlamak, bilmem ne dereceye kadar doğrudur?
HÂMİŞ
Son günlerde, televizyonlarda Adolf Hitler cânisinin, bir şampuan reklâmı aracı olarak kullanılması, bilim ve sanat dünyasına büyük oranda hizmet etmiş bir ulusun mensubu, saygıdeğer Mûsevî kardeşlerimizi üzmüş olmalıdır. (Daha sonra hatânın farkına varıp kaldırmışlar). Bu vesîle ile çok evvel okumuş olduğum “TheThirteenTribe” (13.Kabîle) eserinden kalan izlenimlerimi özetlemek istedim. Eserin yeni baskısı: ONÜÇÜNCÜ KABÎLE/ Arthur Koestler. Çeviri: Belkız Çorapçı. ‘’IntercontinentalLiteraryAgency’’ telif haklarıyla Plato Film Yayını. yayin@platofilm.com

Onüçüncü Kabile

Onüçüncü Kabile, tarihçi Arthur Koestler'in (1905-1983) Türk tarihini de ilgilendiren bir kitabının adı

Onüçüncü kabile 

Musevi inanışına göre İshak oğlu Yakup'un oniki oğlu olmuş, her oğul ayrı bir kabileyi başlatmıştır. (İshak, Yakup ve oğlu Yusuf İslami görüşe göre de peygamberdir.) Dünya Yahudilerinin bu oniki kabileden geldiğine inanılmaktadır. Ancak, kendisi de Musevi olan Koestler Doğu ve Kuzey Avrupa Yahudileri’nin (Aşkenazi) köklerinin farklı olduğu görüşündedir. Koestler 1976 yılında yayınladığı Onüçüncü Kabile (The Thirteenth Tribe) adlı kitabında, Ortaçağda Doğu Avrupa'nın Türk kökenlilerin denetimi altında bulunduğundan hareketle, Kuzey ve Doğu Doğu Avrupa Yahudiler’inin Türk kökenli olabileceğini öne sürmektedir.

Ortaçağ'da Doğu Avrupa 

Ortaçağın büyük bölümünde Doğu Avrupa Türkçe konuşan halkların denetimi altındaydı. 576 yılında Göktürklerin Kırım'daki Kerç kalesine yaptıkları sefer sonrasında, Karadeniz'in kuzeyi tamamen Türkçe konuşanların denetimine girdi: Sırasıyla Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçak gibi halklar 13 yüzyıldaki Moğol dönemine kadar bölgeyi yönettiler. Büyük güç 11.yüzyıla kadar Hazarlar, daha sonra da Kıpçaklar oldu.

Doğu Avrupa'da din [değiştir]

Türkçe konuşanlarda ve genel olarak bozkır kuşağında din Gök Tengri dini ve Şamanizm öğretisindeydi. Fakat özellikle yerleşik düzene geçenler kitabi dinlere seçmeğe başlamışlardı. O dönem Batı Avrupa'sının aksine, zorlama yoktu ve din değiştirene hoşgörü gösteriliyordu.
Hazarlar serbestçe din değiştirebiliyor ve aynı kent içinde farklı dinlerdeki kişiler birlikte yaşayabiliyorlardı. Araplar'ın Herodot'u olarak ünlenen tarihçi El Masudi'ye (896-956) göre, Hazar başkenti İtil'de yedi yargıç vardı. Bu yargıçların biri Şamanist (belki de Putperest), ikisi Müslüman, ikisi Hıristiyan, ve ikisi de Musevi'ydi.[kaynak belirtilmeli]
Hazar hanı Bulan Han da, yaklaşık 740 yılında, Museviliği benimsedi. Bulan Han'ın Musevi oluşuyla, Hazar Hanlığının her iki güçlü komşusundan da farklı bir çizgi izleme imkânı buldu.
Aynı hoşgörü daha sonraki dönemde Kıpçaklarda da görülür. Nitekim, Kıpçaklar da zamanla farklı dinlere geçmeğe başlamışlardır. (O dönem Türk dillerinin anlaşılmasında büyük önemi olan Codex Cumanicus adlı Kıpçakça-Latince sözlük te yine o dönemde Hıristiyanlığa geçen Kıpçaklar için hazırlanmıştı.)

Günümüzün Türkçe konuşan Yahudileri 

Halen Doğu Avrupa’da Türk dil grubundan bir dil konuşan, ama Musevi dinine mensup iki azınlık vardır. Bunlar Tatarlar’ın Zülküflü Çıfıt adını verdikleri Kırımçaklar ile Zülküfsüz Çıfıt adını verdikleri Karaylardır.
Kırımçakların antik dönemden beri Kırım yarımadasında yaşadıkları, Kıpçaklar zamanında ise Museviliği seçen ve aralarına karışan Kıpçakların etkisiyle Türkçe konuşmağa başladıkları düşünülmektedir.
Buna karşılık Karaylar’ın kökeni hakkında farklı görüşler vardır. Genel olarak, Karaylar’ın Hazar veya Kıpçak kökenli olduğu düşünülmekteyse de, Karaylar'ın da Kırımçaklar gibi sonradan Türkçe konuşmağa başladıklarını ileri sürenler de vardır. Karaylar ise kendilerinin Hazar kökenli olduklarını düşünmektedirler.

Koestler'in savı 

Koestler, dokuzuncu yüzyılda Hazarlardan ayrılarak, Macarlar'la birlikte Macaristan'a göçeden Kabarlar'a (Kavarlar) dayanarak, Macar Yahudilerinin Hazar kökenli olduğunu ileri sürmektedir. (Koestler'in kendisi de Macar Yahudisidir.) Koestler'e göre, özellikle Moğol saldırıları sonrasında Musevi dininden olan Hazar nüfus başta Polonya olmak üzere batıdaki ülkelere dağılmış, zamanla kendi dili yerine yerleştiği ülkelerin dilini kullanmaya başlamış ve Aşkenazi Yahudi topluluklarını oluşturmuştur. Bu sav dolaylı olarak bu günkü Aşkenazi Yahudi nüfusun kökeninin Türkler’le ilgili olabileceği anlamına gelmektedir.

Koestler'e yöneltilen eleştiriler 

Koestler'in savı yeni olmamakla birlikte, Koestler'in ünü sebebiyle çok ses getirmiştir. Amerikan Time Dergisi, 23.08.1976 tarihli sayısında kitabın özetine yer vermiştir. Bir başka tanınmış tarihçi olan Bernard Lewis (d. 1916) Koestler'in savı için "Bu kuram ... hiçbir kanıt tarafından desteklenmemektedir. Bu alanda çalışma yapan bütün ciddi bilim adamları tarafından ... uzun süre önce terk edilmiştir." demektedir.

Türkçe'ye çeviri [değiştir]

Kitap, Belkis Çorakçı Dışbudak tarafından Türkçe'ye Onüçüncü Kabile(Hazar İmparatorluğu ve mirası) adıyla çevrilmiş ve Say Yayınları'nca 1993 yılında yayınlanmıştır.

Ayrıca bakınız [değiştir]

Kaynakça 

Arthur Koestler: Onüçüncü Kabile (Hazar İmparatorluğu ve sonrası),çev: Belkıs Çorakçı, 1984, Say yayınları, 4.baskı
+++++++
+++++++
+++++++
+++++++
+++++++

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder