Hazar Türkleri Neden
Museviliği Seçti?
Yapılan arkeolojik kazılar sonucundaysa, Hazar Türklerinin din
değiştirmesiyle ilgili bazı kanıtlar bulunmuştur. Bunların en
önemlilerinden biri sağ tarafta da görülen paralardır. Paranın üstünde,
“Moşe Tanrının habercisidir” yazar.
Bu
kazılar sonucu bulunan, yuvarlak metal disk ise ayrı bir önem taşır.
Bazı tarihçilere göre Magendavid’e benzetildiği için Yahudiliği
simgeleyen bu diskler, bazı tarihçilere göre ise şamanizmin simgesidir.
Bu konuda henüz kesin bir fikirbirliği yoktur.
“Batı
Avrupa’da Charlemagne imparatorluk tacını giydiği tarihlerde,
Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu
adı altında tanınan bir Musevi Devleti hüküm sürüyordu …” sözleriyle
başlayan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı eserini, tarihin en muhteşem
ve en gizemli konularından biri hakkında eşi bulunmayan bir eser olarak
niteleyebiliriz. Koestler Hazarlar üzerine araştırma yapmış bütün
tarihçilerin eserlerini birbirleriyle karşılaştırıp son derece akılcı
bir yaklaşımla, unutulmuş veya unutturulmuş olan bu tarihi çözümleyerek
günümüzü anlamaya çalışıyor ve belli tabuları zorluyor. Günümüz
Musevilerinin çoğunluğunu oluşturan Aşkenazların etnik kökenlerinin Sami
ve İbrani olmadığını, Ben-i İsrailoğullarının 12 kabilesinin dışından
Türk kökenli Hazarlar’dan yani bir 13. kabileden geldikleri iddialarını
ispatlıyor. Üstelik de dünya üzerindeki Musevilerin ezici çoğunluğunun
Aşkenaz olmaları oldukça düşündürücü. XV. ve XVI. yüzyıllara kadar
Hazarlar üzerine oldukça ihtiraslı tartışmalar yapılmış olmasına rağmen
sonra uzun bir zaman tamamen ortadan kalkmış olduğunu görüyoruz. XX.
yüzyılın kinci yarısında tekrar alevlenmekle beraber, her ne kadar
sadece konulara vakıf kısıtlı çevrelerde polemik konusu olduysa da
çeşitli “resmi tarih”lere de ters düştüğü için olmalı, hiçbir zaman
yeterince medyatikleşmediğine şahit oluyoruz.
Hazar’lar
Türk kökenliydiler, güçlü bir medeniyete sahiptiler ve bilinmeyen
sebeplerden dolayı Museviliği resmi din olarak kabul etmişlerdi. Hazar
Denizi ile Karadeniz arasında V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm
süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler.
Onlardan kalan izler neler? Kimdiler? Musevilik tarih boyunca
İbranilerden başka hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından kabul
görmediği halde ve diğer tek Tanrılı dinlerin tam tersine İsrailoğulları
kendi dinlerini başkalarına ne dayatarak, ne de gönül rızasıyla hiçbir
zaman yayma çabası göstermemiş olmalarına rağmen, nasıl oluyor da bu
kuralın tek istisnasını bir Türk kavmi oluşturuyor? Acaba bugünkü Doğu
Avrupa Musevilerinin önemli bir kısmının kökeni Hazarlardan mı geliyor?
Nazilerin soykırımına uğrayan “İsrailoğulları”nın ataları aynı zamanda
da arî ırkın beşiği olan Kafkasya’da ortaya çıkan bu 13. kabileden mi
geliyorlar? Arthur Koestler’e göre “antisemitizm” bu verilere göre
anlamını yitiriyor. Koestler, “bu tez aynı zamanda hem cellatların hem
de kurbanların ister istemez içine düştükleri trajik bir yanılgıyı
ortaya koyuyor, belki de tarihin en acı yanılgısını” demekten kendini
alamıyor. Sonuç olarak, Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in
Yahudi soykırımında Macaristan, Polonya ve Rusya’da yaşayan Hazar
Türklerinin torunları ne yazık ki nasibini aldı ve toplama kamplarına
gönderilerek yokedildi.
Batı
Avrupa’da Charlemagne’ın imparatorluk tacını giydiği tarihlerde,
Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu
adıyla tanınan bir Musevî Devleti hüküm sürüyordu. Altın çağına VII. ve
X. yüzyıllarda erişen bu devlet, ortaçağ Avrupa’sının, dolayısıyla
modern Avrupa’nın da biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun en
fazla farkında olanların başında, aynı zamanda da iyi bir tarihçi olarak
tanınan Bizans İmparatoru VII. Konstantin Porphyrogenitos (901-959)
geliyordu. “De Cerimoniis-Törenler Kitabı” adlı eserinde, Roma’daki
Papa’ya ya da Batı Roma İmparatoru’na gönderilecek bir mektup için iki
sikkelik altın damga yeterken, Hazar kralına gönderilecek bir mektuba
ancak üç sikkelik altın damga gerekir diye bir not düşmüştü. Bunun bir
iltifattan çok bir realpolitik gereği olduğunu anlıyoruz. IX. yüzyılda,
Bizans İmparatorluğu için büyük bir olasılıkla Hazar Kağan’ının önemi,
Charlemagne ve onun soyundan gelenlerinkinden daha az değildi hattâ
belki de daha fazlaydı. Uzun bir süre, doğudaki en güçlü devletler olan
Bizans ve Abbasiler’le boy ölçüşebilecek Hazarlar’dan başka bir güç
bulunmuyor.
Etnik
yapı açısından Türkler’den oluşan Hazar ülkesi, Hazar denizi ile
Karadeniz arasında, zamanın büyük güçlerinin ısrarla denetimleri altına
almaya çalıştıkları ve son derece hayatî ticaret yollarının kesiştiği
bir bölgede yer aldığı için önemli bir stratejik konumdaydı. Bizans
açısından bir tampon devlet rolü oynuyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu,
önce Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, daha sonra da Vikingler ve Rûslar
gibi kuzey steplerinin amansız savaşçı barbar kavimlerinin istilâ
tehlikesinden koruyordu. Bizans diplomasisi açısından olduğu kadar
Avrupa tarihi açısından da önem taşıyan noktaysa, Hazarların güneyden
bir çığ gibi gelen Arap istila dalgalarını durdurup püskürtmesi ve Arap
akınlarının İran üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelmesine sebep
olmasıdır. Batıdan ilerleyerek Avrupa’yı istila eden Arap ordularının
Fransa’da Poitier bölgesinde Charles Martel tarafından zorlukla
durdurulabilmesine karşın, doğu cephesinde Hazarlar Doğu ve Orta
Avrupa’nın Araplarca istilasını engellemişler ve onlara Kafkasya
kapılarını kapamışlardı.
Tarihin
bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli
uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop(1) 1954′te yazdığı “The
History of Jewish Khazars” adlı kitabında şöyle der: “Hazarlar olmasaydı
Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında
çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak
Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı
olurdu”.
Hazar
Türkleri’nin Arap akınları karşısında böylesine bir zafer kazanmasının
yarattığı yankıların bir sonucu olarak, ilerde V. Konstantin adıyla
tahta çıkacak olan Bizans prensi, bir Hazar prensesi ile evlendi.
İmparatoriçe Irena adını alacak bu prensesin İstanbul’a getirdiği
giysiler saray çevresinde öylesine hayranlık yaratıp moda oluyor ki
bunlara “Tzitzakion” adı veriliyor; bu sözcük de prensesin kendi
isminden geliyor; “Çiçak” [yani günümüz Türkçesindeki çiçek, ç.n.]. Bu
evlilikten doğan ve de Hazar lâkabını taşıyarak imparator olan IV. Leon,
775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti.
Hazar
Kağanı’nın gücünün VIII. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya
üzerinden geçen ticaret yollarının Müslüman akınlarına karşı güvenliğini
sağlamaktan öte, Bizans’ın saray entrikalarına müdahale edip imparator
tayin edilmesinde rol oynayacak kadar arttığını savunan Dunlop’un
ifadesinde hiçbir abartma payı yok.(2)
Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar
Bir
süre sonra, 740 tarihinde, Hazar İmparatoru ve saray çevresi başta
olmak üzere tüm yönetici ve askerî sınıf, Musevî dinini kabul ettiler ve
çok geçmeden de bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı.
Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o
zaman da bu kararın aynı şekilde şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve
İbranî kaynaklardan saptamak mümkün. Çağdaş Macar tarihçisi Anthal
Bartha’nın 1968′de yazdığı ve VIII ila IX. yüzyıllardaki Macar toplumunu
inceleyen bir eserinde birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış
bulunuyor. Bu yüzyıllarda Macarlar Hazarların himayesinde olmalarına
rağmen, kitapta Hazarların Musevî dinini kabul etmelerine sadece bir
paragrafta değinmesi yazarın bu tarihi olgu karşısında ne derece
rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:
“Fikir
tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen Hazar
krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevî dini
toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmi din oluyor. Etnik
olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi
doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı
yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslamî yayılmacılığına da
bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri,
üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında
olmasına rağmen Musevilik gibi, tektanrılı bir din olmakla beraber
hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta
baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri bu konularda araştırmalarda
bulunan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu
seçimlerinde güttükleri amaç siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden
başka bir şekilde açıklanamaz”.
Hazarların uygarlığı bir göçebe kültüründen ibaret değil
Hunlar’ın
yani Atilla’nın, ordularıyla Avrupa’yı tehdit etmesi tarih sahnesinde
sadece 24 seneye tekabül eder (372-453). Devlet ömrünün bu kadar kısa
sürmesini, Batılı tarihçiler, Hunlar’ın göçebe bir halk olmasıyla
açıklıyorlar, o zaman aynı şekilde göçebelerden oluşan ama 4 yüzyıl
yaşayan Hazarlar için neden aynı gerekçe geçerli olmamıştır? Hazarlar’ın
yaygın konut tipi, başlangıçta çadır olumuşsa da son derece büyük
yerleşim merkezleri ve devamlı gelişim gösteren bir toplum yapıları
vardı. Kısa bir sürede yarı yerleşik hayata geçmişlerdi ve göçebe
savaşçı kabileler, hayvancılığın yanı sıra tarım, bağcılık, balıkçılık,
ticaret ve sanatkârlıkla da uğraşıyorlardı.
Sovyet
arkeologların yaptıkları araştırmalarda elde ettikleri bulgulara göre
Hazarlar, Hunlar’dan daha farklı olarak çok ileri bir medeniyet
seviyesine erişmişlerdi. Kilometrelerce alanlara yayılan geniş köy veya
kasabalar, son derece geniş ağıl ve ahırlara galerilerle bağlı olan
evler bulundu. Bulunan at arabaları, gündelik eşyalar, kemer tokaları,
eyer ve koşum parçaları gelişmiş bir zanaatkârlığın izlerini taşıyordu.
Arkeologlar geç devirdeki dört köşe yapılardan daha alt seviyelerde ise
yuvarlak ev tipleriyle karşılaştılar bu da çadırdan geçişin bir
işaretiydi. O devirlerdeki Arap kaynakları, Hazarlar’ın yarı göçebe bir
hayat yaşadıklarını, başkent İtil’de bile sadece kış aylarında
yaşadıklarını belirtiyorlar. Baharla birlikte bozkırlara, ovalara
gidiyorlar, belki de sadece şehir dışındaki bağ ve bahçelerinde
kurdukları çadırlara yerleşiyorlardı.
Bu
kazılarda elde edilen diğer çok önemli bulgular da bize VIII. yüzyıldan
itibaren Hazarların kuzey sınırlarını korumak için karmaşık yapıda seri
kalelerden oluşan bir sur sistemi oluşturduklarını gösteriyor. Bu
ilginç sistemin tamamı bir yay şekli oluşturuyor ve geri savunma
dayanağının Kırım üzerine yaslandığını görüyoruz. Böylece Donetz ve Don
nehirlerinin havzalarını geçip Volga’ya kadar uzanan bu savunma
düzeninin en güneyinde yer alan Kafkas dağlarının da doğal bir duvar
oluşturduğunu ve batıda Karadeniz, doğuda da “Hazarların Denizi”yle bu
savunma sistemini tamamladığı ortaya çıkıyor. Anlaşılan bu tarihlerden
itibaren Hazarlar açısından tehlike oluşturan esas askerî tehdit,
güneyden çok kuzeyden gelmeye başlıyor(3).
Sovyet
arkeoloğu M. I. Artamanov’a göre; “Hazarlar IX. yüzyılda Karadeniz’in
kuzeyinde, buralardaki bozkırlarda ve Dinyeper nehrinin geniş ormanlık
bölgelerinde rakipsiz bir üstünlüğe sahiptiler. Yaklaşık bir buçuk asır
boyunca Doğu Avrupa’nın güney yarısını hakimiyetleri altına almışlardı
ve Asya ile Avrupa arasındaki en önemli doğal geçitlerden biri olan Ural
Hazar hattını tamamen denetimleri altında tutuyorlardı. Bu dönemde
doğudan gelen göçebe kabilelerin de tüm akınlarını durdurdular.”
Hazarlar
üzerine olan kaynakların çoğunluğunun onları düşman olarak gören ülke
tarihçileri tarafından yazılmış olması nedeniyle, özellikle de o
devirdeki Arap, Gürcü veya Ermeni tarihçilerin eserlerine temkinle
yaklaşılması gerekir; Hazarlar üzerine yazan Arap tarihçilerin
eserlerinde gerek İbn Sait el Magrebî’nin gerek aynı zamanda bir seyyah
olan İbn Fazlan’ın kitaplarında düşmanca ve yukardan bakan bir hava
hakimdir. Sadece coğrafyacı Istakri eserinde AkHazar’ların çarpıcı
güzelliğinden söz eder. İbn Said al Magrebi yaşanan toprakların en
kuzeyinde, yedinci iklimde yaşayan Hazarların ülkesinin soğuk ve
rutubetli olduğunu ve bunun sonucu olarak insanların uzun boylu, beyaz
tenli, mavi gözlü, uzun ve genellikle kızıl saçlı ve soğuk tabiatlı
olduklarını yazıyor ve kısaca vahşî bir görünüşe sahip oldukları
sonucunu çıkartıyor. Doğal olarak bir asır süren ve Araplar için
başarısızlıkla biten savaşların ardından, bir Arap tarihçisinden sevecen
bir yaklaşım beklenmez herhalde. Bir Gürcü vakanüvis Hazarların kutsal
kitaplarda sözü edilen Yecüc ve Mecüc’ler(4) olduğunu iddia ederek
onların çirkin, kan içici, vahşî hayvan sürülerinden farksız olduklarını
yazıyor. Bir Ermeni yazar ise; tiksindirici derece çirkin suratları,
kirpiksiz gözleri ve kadınlar gibi omuzlarına inen kızıl saçları olan
korkunç Hazar sürülerinden söz ediyor.
Türk
adı belli bir etnik grubu belirlemese de V. yüzyıldan itibaren batıya
doğru göç eden Ural-Altay dil gurubuna dahil çeşitli etnik gurupları
ortak olarak “Türk” diye adlandırmak adet oldu. Bu adı takan Çinliler,
bir ırktan çok, belli bir dili tanımlıyorlardı. Bu noktadan hareketle,
Hunları ve Hazarları da Türk olarak tanımlayabiliriz. Hazarların
konuştuğu lehçenin bugünkü Çuvaşların diline yakın olduğu sanılıyor.
Çuvaşlar kendilerinin Hazarlara çok yakın bir dil konuşan eski
Bulgarlardan geldiklerini iddia ediyorlar. Hazar kelimesiyse Türkçe
gazar; gezer yani göçebe kelimesinden geliyor(5).
Hazarlar
ile ilgili ayrıntılı ciddi belgeler nadir ve çoğunlukla ikinci elden
yani aktarma bilgilerden oluşuyor. İki büyük istisnayı, Abbasi döneminde
diplomatik bir misyona katılan İbn Fazlan’ın eseriyle, Endülüs
Emevileri devrinde Halife III. Abdürrahman’ın dışişleri bakanı
konumundaki Hasday İbn Çiprut’la Hazar kralı Jozef arasındaki yazışma
oluşturuyor.
İbn
Fazlan’ın eseri Hazarlar üzerine cılız bilgiler vermekle birlikte o
zamanki Hazarlar ve onların hakimiyetindeki diğer Türk toplulukları
konusunda eşi bulunmayan ayrıntılara sahip. Bulgarlar ve Oğuzlar başta
olmak üzere çeşitli kavimler ve coğrafyalar üzerine, ayrıntılı bilgi
ediniyoruz. Komşularına göre Hazarların çok daha modern bir yaşamları
olduğunu öğreniyoruz. Hazarlar’ın sulama kanalları açtıklarını ve daha
ılıman iklimden gelen Araplar’da bile hayranlık yaratacak derecede geniş
ve verimli tarım, bağ ve bahçecilik yaptıklarını İbn Fazlan’dan başka
el-İstarkî, el-Masudî ve İbn Havkâl da kaydediyor.
Ancak
ana zenginlik kaynağının yine de dış ticaret olduğunu, beş bin kişilik,
üç bin hayvanlık kervanlardan söz edilmesinden anlıyoruz. Hazarların
denetimleri altında tuttukları ve geçen bütün mallardan, köleler de
dahil olmak üzere %10 vergi aldıkları yollar hem Urallar üzerinden Orta
Asya’yı Volga ile güneye, Karadeniz’e bağlıyor, hem de Kafkasya
üzerinden Ermenistan, Gürcistan ve Bizans’a giden yollarla birleşerek
bir kavşak oluşturuyor. Ayrıca Hazarların Macarlar, Bulgarlar, Oğuzlar
gibi kendilerine tabi olanlardan aldıkları vergileri de eklersek ne
derece önemli bir gelire sahip olduklarını kestirmek pek güç olmaz. Ek
olarak, bu zenginlikleri koruyabilmek için gerekli olan, o ölçüde güçlü
ve hatırı sayılır bir askerî güce ve yetenekli vergi tahsildarlarına,
gümrükçülere sahip oldukları sonucunu çıkartabiliriz.
Derbent-nâme
adlı Farsça bir eser Hazar ülkesindeki, yerleri hâlâ belirlenememiş,
zengin altın ve gümüş madenlerinden söz etmektedir. Öte yandan bir çok
kaynak Bağdat’ta, İstanbul’da, İskenderiye’de, Samara ve Fergana’da
Hazar tacirlerinden ve mallarından söz etmektedirler. İbn Havkal, Hazar
kralının ordusunda dört bin kişilik bir Harzemli Müslüman muhafız alayı
olduğunu yazıyor ve İslâm ülkelerindeki savaşlardan ve baş gösteren veba
salgınlarından ötürü göçler olduğundan söz ediyor. Bizans ordusunda da
son derece yüksek maaş alan gayet seçkin bir Hazar alayı olduğunu
biliyoruz.
Hazarların
ilk başkentlerinin Kuzey Kafkasya eteklerindeki Balancar kalesi olduğu
sanılıyor. Daha sonra başkent kuzeyde, Volga üzerinde, Budapeşte’yi
anımsatır bir şekilde kuruluyor; nehrin iki yakasına kurulan bu yeni
şehrin batı yakasi İtil veya İdil, doğu yakası da Hazaran diye anılıyor,
bazı kaynaklarda ise sanki iki ayrı şehirmiş gibi geçiyor. Batı yakada
Kağan ile bütün yönetici ve soylular yaşıyor, doğu kesimde de değişik
dinlerden Hazarlar ve onlara tabî diğer milletlerden oluşan bir nüfus
yaşıyor. Arapların Heredot’u olarak anılan el-Masudî “Altın Çayırlar”
adlı eserinde şehirde yedi tane hakim bulunduğunu, bunlardan ikisinin
Hazarlar için Musevî, ikisinin Müslüman, ikisinin Hıristiyan ve birinin
de Şaman olduğunu yazıyor. Bu şehir adalet ve güvenlik açısından çok
rahat olduğu için yerleşmiş çok sayıda Müslüman tacir olduğunu, biri
büyük olmak üzere birkaç cami ve okul olduğunu ilave ediyor. X. yüzyılda
bu yazılanları Musevî Ansiklopedisi de doğruluyor ve Hazarlar
maddesinde; “Batı Avrupa’da anarşinin, cehaletin ve yobazlığın kol
gezdiği bir dönemde, liberal ve adil bir yönetime sahip olduğundan Hazar
Krallığı’nın gurur duyması doğaldı” diyor. Gerçekten de Hazarlar, Batı
Avrupa’dan olduğu kadar Bizans İmpratorluğu’ndan ve ilk dönemdeki İslâm
dünyasından da daha hoşgörülü bir yönetime sahiptiler. Ancak bilhassa
Arap kaynaklarını incelediğimiz zaman genelde düşmanca bir bakış
olmasına rağmen yine de gizli bir hayranlık seziliyor, Arap tarihçiler,
Hazarlar, Oğuzlar veya Bulgar’daki toplumsal yaşamdaki hoşgörü, düşünce
özgürlüğü, şüphecilik, siyasal hayatta görece demokratik bir yapının
hakimiyeti ve hiyerarşiye kör bir bağlılığın olmayışını kendi
açılarından çarpıcı örneklerle aktarıyorlar(6). Mükemmel bir gözlemci
olan Ahmet ibn Fazlan’ın seyahatnamesinnde yazdığına göre; Hazarlar iki
yüzyıldan beri Museviliği kabul etmişlerdi ancak diğer göçebe soydaşları
olan Bulgarlar, Oğuzlar ve Türkler daha hâlâ Hazarların eski dini olan
Şamanlığa bağlıydılar.
Hazarların din seçimi ve jeopolitik dengeler
Hazarlar
din olarak Museviliği seçtiklerinde, zaten zengin ve güçlü bir konumda
olduklarından, herhangi bir ekonomik çıkar peşinde olmadıkları açıktır. Siyasal
açıdan bakarsak VIII. yüzyılın Hıristiyan ve İslâm ülkelerin
oluşturduğu bir ideolojik kutuplaşmaya sahne olduğu görülüyor. İnsanlık
tarihinde ilk kez tektanrılı dinlerin rekâbetiyle, dinin, klasik bir
propaganda aracı olarak siyasal ve askerî yayılma politikalarının emrine
girdiğini görüyoruz. Hazarlar müttefik ya da rakip olarak bir üçüncü
güç oluşturmakla birlikte Müslümanlığı veya Hiristiyanlığı kabul
ettikleri takdirde bu tercihin kendilerini Bizans’ın veya Bağdat’ın
kültürel hakimiyeti altına sokabileceğinin bilincine varmışlardı. Zaten
siyasî beklentilerin simgesi olan hanedan evlilikleri, askerî
ittifaklar, diplomatik nezaket misyonları, ortak çıkarları gözeten
kapsamlı anlaşmalar, din değiştirme yönünde doğrudan veya dolaylı
ısrarlara vesile oluyordu.
Hazar
Kağanı da Şamanlığın artık yeni tektanrılı dinlere göre anakronik
kaldığını ve teokratik imparatorluklarda hükümdarın elindeki hukukî ve
ruhanî güce karşın, kendisine tâbi olan onca bozkır halkını sadece
askerî güçle elinde tutabildiğinin ve bunun da artık gitgide
yetersizleştiğinin farkındaydı. Ancak haklı olarak, kıskaçı altında
bulunduğu her iki dinden birini kabul etmesinin de siyasal
bağımsızlığının sonunu getireceğini düşünüyordu. Dolayısıyla görünüşte
her iki dinin de saygın geçmişini oluşturan ve siyasal hiçbir kuşkuya
yer vermeyecek olan bir üçüncü tektanrılı dini kabul etmenin daha
mantıklı bir karar gibi görünmesi doğaldı.
Tarihi
incelerken bazı gelişmelerin son derece rasyonel olarak
değerlendirilebilmesi kolaydır, ancak olayların oluştuğu dönemlerde
sıcağı sıcağına böylesine pragmatik kararlara varılabilmesi, tarihte eşi
nadir görülen olağanüstü bir zekâ gerektirir(7).
Hazarların
inanç konusundaki bu hoşgörülü yapısı gerek Bizans’ta gerek İslâm
dünyasında baskı gören tüm Yahudiler için sürekli, güvenle
sığınılabilecek bir çekim alanı oluşturdu(8). Tarihi boyunca Hazarların
ülkesi gördüğümüz gibi Museviliğe geçmelerinden önce olduğu kadar, sonra
da, önce baskılardan kaçan Yahudilere bir sığınma ülkesi, sonraları da
tam anlamıyla bir ulusal merkez (foyer national) oluşturdu. Daha
gelişmiş kültürlerden gelen yeni mülteciler, şüphesiz, daha evvel sözünü
ettiğimiz gibi Arap tarihçilerini hayrete düşüren bu kozmopolit ve
hoşgörülü havanın oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Yeni gelenler
beraberlerinde Bizans’ta icra ettikleri sanat ve mesleklerini,
işbilirliklerini, tarım ve ticaret bilgileriyle beraber İbrani
alfabesini de getirdiler(9).
Hazarların
Yahudiliği seçmelerine dair belgeler
Bu
din değiştirmenin hangi şartlarda ve tam olarak nasıl olduğu konusu
biraz efsaneleşmiş olmakla birlikte Arap ve İbrani kaynaklarında bazı
temel belgeler bulunmaktadır. Masudî’nin yukarıda değindiğimiz eserinin
sonunda bu konuda yazarın daha evvelce bir başka kitap daha yazmış
olduğu anlaşılıyor. Bu eser ortadan kaybolmuş olmakla birlikte kaynak
alınarak daha sonra kaleme alınan iki başka eser mevcud.
İlki,
1327′de Muhammed Dimaskî’nin kaleme aldığında yazar; Harun Reşit
devrinde, Bizans imparatorunun Yahudiler’i göçe zorladığını, Hazarların
ülkesine gelen bu göçmenlerin orada “Çok akıllı ancak yeterli eğitimden
yoksun bir halk bulduklarını ve onlara kendi dinlerini bahşettiklerini,
onların da bu dini kendilerininkinden daha üstün bulduklarını ve kabul
buyurduklarını” yazıyor. Daha detaylı bir hikâye içeren el-Bekrî’nin
“Hükümdarlıklar ve Yollar Kitabı” adlı eserinde de başka hiçbir yerde
rastlanmayan bir hikâye anlatılıyor. “Önceleri putperest olan Hazarların
kralının Yahudi dinini kabulü şöyle olmuştur. İlk önce Hıristiyanlığı
kabul etti. Sonra bunun sahteliğini anladı ve yardımcısı, (Bey)
komutanıyla kafasını iyice meşgûl eden bu konuyu incelemeye başladı. Bey
de ona dedi ki: “Hükümdarım, kutsal kitaplara inananlar üç guruba
ayrılır. Çağır hepsinin bir temsilcisini, burada davalarını savunsunlar,
sen de gerçeğe sahip olana inancını bağlarsın.”
Bunun
üzerine Hıristiyan ülkesinden bir piskopos getirirler. Ancak kralın
yanında son derece akıllı ve belagât sahibi haham varmış ve kurnazlıkla
piskopozu tartışmada çıkmaza sokmuş. Ona demiş ki; “Hey gidi Ümran oğlu,
Musa ve ona gönderilen Tevrat için ne dersin?” Piskopos bu soruya,
“Musa Yüce Allahın peygamberidir ve Tevrat’ın yazdığı her şey doğrudur”
diye cevap vermiş. Bunun üzerine haham krala dönerek “Bak benim dinimin
hak dini olduğunu kabul etti bile, şimdi kendi dinince neye inandığını
sor ona” demiş. Kralın sorusuna papaz “Ben de İsa’nın Mesih olduğuna,
Meryem’in oğlu olduğuna, onun Kelâm’ının da Allahın adına sırları
açıkladığına inanıyorum” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Yahudi de
Hazarların kralına, “Benim tanımadığım bir doktrini savunuyor, halbuki
kendisi benim inandıklarıma inanıyor” demiş. Piskopos da sözlerine
inandırıcı hiçbir delil ibraz edememiş. O zaman kral bir de Müslüman din
adamı çağırtmış, bunun üzerine ona büyük bir bilgin yollamışlar ama
Haham bir kiralık katil tutup daha yoldayken onu zehirletip öldürtmüş.
Böylece Yahudi, kralı kendi dinine çekmeyi başarmış ve Hazarlar da
Musevî olmuşlar.”
Bu
hikâyede Arap tarihçilerin kendileri için acı olabilecek hapı yenilir
yutulur bir hale getirmeye çalıştıkları yorumunu yapabiliriz. Eğer
Müslüman bilgin de gelip tartışmaya katılsa aynı tuzağa düşmesi
kaçınılmazdı zira Hıristiyanla birlikte her ikisi de Tevrat’ın
gerçekliğine inandıklarını beyan edecekler ama iş İncil ile Kur’an’a
gelince her ikisi de ikiye bir oyla kaybedeceklerdi. Kral, sembolik
olarak her üç dinin de temelini oluşturan ana doktrine inanmaya hazır,
ancak ileri safhada ortaya çıkan rakip doğmalara katılmıyor. Ayrıca
profesör Bury’nin altını çizdiği önemli bir nokta da, Hazar kralının
sarayında, din değişikliğinden önce bile Musevîlerin zaten güçlü bir
yeri olması: Hıristiyan ve Müslüman din adamı uzaklardan getirtilirken
Yahudi din adamı orada hükümdarın yanıbaşında hazırdır(10).
Bu
konuda elimizde bulunan en ciddi Arap kaynağı -sonradan Musevî kaynağı
olarak da karşımıza çıkar-, “Hazar Yazışması” adı altında bilinen,
İbranice yazılmış, Kurtuba’daki Endülüs Emevi Halifesi’nin bakanı Hasday
ibn Çiprut(11) ile Hazar kralı Josef arasındaki (daha doğrusu her
ikisinin sekreterleri tarafından kaleme alınmış olan) yazışmadır.
Yazıdan anlaşıldığına göre İran’dan, Horasan’dan gelen tacirlerden
Hasday ilk kez bağımsız bir Yahudi krallığının varlığını duyar. Bu
hikâyeyi ilk olarak şüpheyle karşılar ama yine de meraklanır ve Bizans
diplomatik misyon üyelerine bu konuyu sorar. Diplomatlar tacirlerin
verdiği haberi doğrulamakla kalmayıp Hazar krallığı üzerine ayrıntılı
bilgi de verirler; hattâ o sıra tahtta olan kralın adının Josef (Yasef)
olduğunu bile söylerler. Hasday da bunun üzerine bu krala bir mektup
yollamaya karar verir. Mektubunda kral Josef’e Hazar devleti, halkı,
hükümeti üzerine bir sürü soru yöneltir ayrıca da onların Filistin’den
geldiklerini sandığı için, oniki kabileden hangisinden olduklarını
öğrenmek ister. Bu kabilelerin çoğu kaybolduğu için Hasday belki de
bunlardan biri olduklarını sanıyordu. Yahudi kökenden gelmediği için
Josef bu kabilelerden hiç birisine mensup değildi.
Josef
cevabında Hasday ibn Çiprut’a iki yüz sene önce vuku bulan Musevîliğe
geçişin hangi şartlarda ve nasıl olduğunu anlatır. Son derece ilginç
olan bu yazıda kral Josef, “atası Bulan Han’ın güçlü bir fatih olduğu
gibi aynı zamanda da büyük bir bilge kişi olduğunu, ülkesinden
büyücüleri ve putperestleri kovduğunu, bundan sonra da ona rüyasında bir
meleğin görünüp tek bir Tanrıya iman göstermesini, bunu yaparsa
Tanrı’nın da onu, soyunu ve halkını kutsayıp varlıklarını kıyamete kadar
sürdüreceği, düşmanlarına da aman vermeyip, onlara türlü zorluklar
yaratacağı vaadinde bulunduğunu” yazar.
Buraya
kadar yazdıkları Kitab-ı Mukaddes’teki Tekvin (Génèse) bölümünden
açıkça esinlenmiş olduğundan Hazarların da Hz. İbrahim soyundan
olmamakla birlikte kendilerini “seçilmiş halk” olarak gördükleri
sonucunu çıkartabiliriz. Ancak Josef’in mektubu buradan sonra birden
bire özgün bir niteliğe yöneliyor. “Yüce Yaradan’a hizmet etmeye hazır
olan Bulan ancak bir istekte bulunuyor ve Tanrım sen benim kalbime,
duygularıma, düşüncelerime vakıfsın ve sana nasıl inandığımı ve
güvendiğimi biliyorsun, ancak başında olduğum halk kâfir bir kafa
yapısındadır ve bilmem ben onları tek başıma inandırabilir miyim? Sana
yalvarırım bana gönderdiğin meleği bana destek olması için benim Büyük
Prensime de gönder”… “Bulan’ın duasını kabul eden Tanrı isteğini yerine
getirir ve Büyük Prens rüyayı gördüğü gecenin sabahı hemen Kağan’ı bulur
ve anlatır…” Kutsal kitaplarda, İbrani olsun İslâmi olsun böyle rızası
alınacak bir Prens konusu bulunmamaktadır. Burada anlatılan Hazar
Devletindeki iki başlı yönetim adetidir. Hazarlarda Kağan hükümdardır ve
ikinci yönetici Bek (Bey) veya Büyük Prens denen hem Başbakan hem de
Başkomutan konumundaki yardımcısıdır. Belki de aslında Bulan, bu Büyük
Prens’ti çünkü Arap ve Ermeni kaynaklarına göre 731 (Yahudiliğin
kabulünden bir-iki sene önce) tarihinde Kafkasya’ya askerî sefere çıkan
Hazar ordusunun komutanın adı Bulhan’dır.
Tanrı
ondan bu sefer bir tapınak yaptırtmasını ister o da fazla zengin
olmadığını söyleyince Melek onu Kafkasya’ya Daryal ve Erdebil’e sefer
eylemesini orada yeterince altın bulabileceğini öğütler. Burada da
Hazarların bir süre Kafkasya’daki altın ve gümüş madenlerini ele
geçirdiklerini yazan Arap ve Ermeni kaynaklarıyla kesişen bilgiler var.
Bu seferden sonra ilk tapınak yapılır. Bu olaylardan iki yüzyıl sonra
yazılan mektupta olayların efsanelerle karıştığı görülüyor.
Mektubun
devamından Kralın ve Bey’in Yahudiliği kabul etmeleri duyulunca hem
“Adom” kralının (Bizans İmparatoru) hem de İsmaelim’lerin kralının
(Bağdat Halifesi) Hazar’lara elçiler gönderip kıymetli armağanlar ve
bilgin din adamları gönderdikleri anlaşılıyor. Her iki taraf da
Hazarlar’ın temsil ettikleri gerçek dine imân etmelerini amaçlıyorlar.
Burada yukarda el-Masudî’den Arap versiyonunu okuduğumuz o önlü teolojik
tartişma sahnesi anlatılıyor (tek fark Müslüman din bilginin de hazır
olması). Her bilim adamı kendi dininin tanıtımını yaptıktan sonra Kral
onlara ayrı ayrı kendi dininin dışında hangi dinin gerçeğe en yakın
olduğunu soruyor ve Yahudilik az farkla kazanıyor, bu da aynı zamanda
tarafsızlığın zaferi oluyor.
Bu
yazışmadan çıkan sonuç Hazarların Yahudiliği yavaş yavaş ve kademeli
olarak kabullendikleri, bu olaydan iki kuşak sonra bir reform
hareketinin olduğu yönünde. Tek Tanrı’yı kabul eden hükümdarın
büyücüleri ve putperestleri kovduktan sonra bu Tanrının Yahudi mi,
Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olacağına hemen karar vermediğini de
öğreniyoruz. Belki de Bulhan’ın kabul ettiği sadece Kutsal kitaba dayalı
ilkel ve basit bir Musevîlikti ve dinî edebiyatı (İslâmdaki değişik
imamların kitaplarındaki öğretiler gibi) ve tefsiri kapsamıyordu. Bu
şekliyle de VIII. yüzyılda İran’da ortaya çıkan kısa sürede doğuda
yayılan Karay mezhebine çok yakındı(12). Zaten Karayların da en yoğun
oldukları yerlerden biri “Küçük Hazarya” denen Kırım’dı.
Dunlop
ve diğer çağdaş tarihçiler genellikle 740-800 yılları arasında yani
Bulhan’dan reformu yapan kral Obadia’ya kadar Hazarlar’ın bir çeşit
Karay inancında olduklarını ve bu reform hareketiyle Ortodoks
Yahudiliğin başladığını kabul ediyorlar.
Elimizdeki
bu belgelerden bir asır sonra İspanya Musevîlerinin en büyük şairi
kabul edilen Yehuda Halevî’nin (1085-1141) Arapça olarak yazdığı
sonradan İbraniceye çevrilen “Kitab al-Khazarî” ve alt başlığı,
“Deliller Kitabı ve Hor Görülen İman’ın Savunması” olan kitabının büyük
bir bölümünün Kuzarilere (Hazarlar) ayrıldığını görüyoruz. Halevî bu
eserinde Yahudi halkının Tanrıyla kulları arasında ayrıcalıklı bir
arabuluculuk misyonuna sahip olduklarını ve en sonunda bütün ulusların
Musevî dininde birleşeceklerini savunuyordu ve bunun ilk işaretini de
Kuzarilerin Yahudiliği kabulünde buluyordu.
1170-1185
yılları arasında Doğu Avrupa’yı ve Anadolu’yu gezen bir Alman Yahudisi
olan seyyah Rastibonlu Reb Petaşya, “Sibub Ha’olam / Dünya Çevresine
Seyahat” adlı kitabında Kırım’ın kuzeyinde rastladığı Hazar
Yahudilerinin Musevîliklerini eleştiriyor ve bunu onların heretik Karay
inançlarına bağlıyordu.
Musevî
kaynakların genelde çelişkili yaklaştıklarını gözlemliyoruz; XII.
yüzyıldaki bir başka gezgin olan Toledolu Benjamin, İstanbul’da ve
İskenderiye’de Hazar ileri gelenleriyle görüştüğünü, Halevî’nin çağdaşı
İbrahim Ben Davut, Toledo’da Hazar kökenli öğrenciler gördüğünü
aktarıyor. Büyük ilâhiyatçılardan biri olan Saadiyah Gaon (882-942)
eserlerinde birçok kez Hazarlara değinir ve Mezopotamyalı bir Hiram’ın
(Doğu Yahudiliğinde din adamları hiyerarşisinde Halife’ye yakın bir
ünvan) Hazarların ülkesine yerleştiğinden söz eder. XI. yüzyıldaki
kendisi de Karay olan bir başka Yahudi yazar, Yafet ibn Ali, Hazarlardan
söz ederken aynı ırktan gelmedikleri için onlar hakkında “mamzer-melez
veya ***” kelimesini kullanır. Çağdaşı Jacob ben Ruben ise Hazarlar için
“Yahudi milletinin sürgündeki yegâne boyunduruk taşımayan ve kimseye
haraç ödemeyen ulu cengâverleri” diye söz eder.
Gördüğümüz
gibi Musevî kaynaklar Hazarların Yahudiliğini coşku, şüphe ve özellikle
büyük bir hayretle karşılıyorlar. Neredeyse bu olayda kağanın kararı,
Mesih’in gelmesinden çok daha sıradışı olarak yorumlanıyor.
Hıristiyan
kaynak olarak da Westfalya’da Katolik bir keşiş olan Christian Druthmar
d’Aquitaine’nin belirsiz bir tarihte (864′ten önce) yazmış olduğu
“Exposito in Evangilium Mattei / Havari Mattehus’un İncil’inin
açıklaması” adlı kitabının bir yerinde “Gökkubbenin altında,
Hıristiyanların olmadığı uzak bir memlekette Hun soyundan olan Yecüc
Mecüc adındaki halkların yaşadığı bir yerde, Gazariler diye bir millet
vardır ki; onların hepsi sünnetlidirler ve de Yahudiliği tam olarak
yerine getirirler” diye bir ibare vardır. Druthmar’ın Yahudi Hazarlar
hakkındaki bilgisi bu kadarken Bizans İmparatoru çok tanınmış bir
misyoneri onları Hıristiyanlaştırmak için görevlendirmişti. İlerde
Slavların Havarisi olacak olan Selânikli Kiril, adını taşıyacak olan bir
alfabeyi de hazırlayacaktı. Ağabeyi Metod’la birlikte Patrik
Fotius’un(13) tavsiyesi üzerine İmparator III. Michael tarafından
Hıristiyanlaştırma misyonuyla görevlendirilmişti.
Slavlar
arasında başarıyla sonuçlanan bu misyon, tarihten öğrendiğimize göre
Hazarlar arasında sonuçsuz kalıyor. Kiril’in Kırım üzerinden Hazar
ülkesine giderken Kerson’da 6 ay kalıp İbranice öğrenip misyonunu
hazırladığını, Don nehri ve Volga üzerinden İtil’e kadar uzanan Hazar
yolundan geçip Kağan’ın huzuruna ulaştığını, Hazarların teolojik (alışık
oldukları için) tartışmalara öyle kolaylıkla pabuç bırakmadıklarını,
ancak birkaç kişiyi razı edip vaftiz edebildiğini ama Kağan’ın kendisini
sevdiğini ve iyi niyet işareti olarak iki yüz Hıristiyan esirini
serbest bıraktığını “Vita Konstantini / Konstantin’in yaşamı”(14)adlı
kitabından öğreniyoruz.
Hazarların sonu
Altın
çağını gördüğümüz gibi VIII. yüzyılda yaşayan Hazarlar’ın(15), Halife
ordularına karşı kazandıkları kesin zaferden sonra güney sınırlarının
artık güvence altına girdiğini, Araplarla ilişkilerinin neredeyse
karşılıklı bir saldırmazlık paktına dönüştüğünü, Bizans’la olan
ilişkilerininse çok daha dostane bir seviyede olduğunu görüyoruz.
830
veya 833 tarihinde Kağanın ve Bekin Bizans imparatoru Teodosius’a bir
heyet gönderip ondan, aşağı Don havzasında bir kale yapımı için gerekli
mimar ve teknik eleman istemesi bize Hazarlar’ın yeni bir tehlikeden
kuşkulandıklarını gösteriyor. İmparator olumlu cevap verir ve derhal
Karadeniz’e bir donanma gönderir. Bizanslılar Azak Denizi’nden Don
nehrine girip oradan kuzeye Hazarlar’ın istediği sratejik mevkiye kadar
ilerler ve Hazarlar’ın belirlediği yerde bir kale inşa eder. Böylece
Sarkel şehri(16) de kurulmuş olur. Hazar-Bizans ittifakının bu ortaklaşa
çabası, yeni bir tehlikeye işaret eder; bu, batıda Normanlar veya
Vikingler diye anılan, doğuda ise Varegler veya Rûslar olarak
adlandırılan savaşçı kuzey barbarlarının istilâ tehlikesidir(17). A.
Toynbee “Constantine Porphyrogenitus and his world” adlı eserinde “IX.
yüzyıl, Doğu Roma ve Hazar İmparatorlukları için, sürekli olarak
Rûslar’ın topraklarını ele geçirdikleri bir yüzyıl olmuştur.
Skandinavların yağmaladıkları, fethettikleri ve kolonize ettikleri alan
en sonunda güney doğu Amerika kıyılarından Hazar Denizi’ne kadar uzanan
muazzam bir çember oluşturdu” diyor. Üstelik bu ejderhâ başlı küçük
gemileriyle nehirlerden gelen Viking tehlikesine karşı koyma çabalarında
Hazarlar’a şükran borcu olanların sadece Bizanslılar olmadığını yine
kral Josef’in Hasday ibn Çiprut’a yazdığı mektuptan öğreniyoruz: “Yüce
Tanrı’nın yardımıyla nehirlerin ağzını kolluyorum ve kayıklarıyla gelen
Rûslar’ın, Arap topraklarını istilâsına izin vermiyorum… Onlara karşı
çok çetin mücedeleler veriyorum”.
Bizanslıların
Rûs adını verdikleri, Arap kronikçilerin Vareg olarak adlandırdıkları
Viking kabileleri, Toynbee’ye göre İsveçce kürekçi anlamına gelen Rodher
kelimesinden türemiş, Arapların kullandığı Vareg ismini de Rûs
kronikçiler aynı zamanda Skandinavlar için kullanıyorlar; Baltık
Denizi’nin o zamanki Rusça adı Varegler deniziydi. Bu Rûs-Varegler
Vikinglerden bile daha gariptiler, aynı zamanda korsan, haydut ve
ahlâksız tacirdiler, ticareti bile kılıç ve balta zoruyla yaparlardı.
Altın karşılığında kürk ve amber satarlardı ama esas işleri Slav köle
ticaretiydi. McEvedy’nin bu konuda kanısı şöyle; “Varegler garantili
alışverişten hoşlanmazlar, ancak karşısındakileri yenemedikleri zaman
düzgün ticarete tenezzül ederlerdi, bu kuzeyli kahramanlar kan dökerek
elde ettikleri altını tercih ederlerdi.” Güneye doğru yelken
açtıklarında Rûs-Vareg ticaret filoları aynı zamanda da askerî
filoydular onların geldiklerini görenler bu tacirlerin ne zaman
savaşçıya dönüşeceklerini kestiremezdi. El-Masudî 912-913′te Hazar
Denizi üzerinden gelen bir istilâda her biri yüzer kişi taşıyan en az
500 geminin olduğunu belirtiyor. Abartma payı olsa bile yine de sayılar
akla yakın zira Rûslar Karadeniz’e ilk defa inip (860) İstanbul’u
kuşattıklarında 200-300 gemiyle gelmişlerdi.
Sarkel
kalesinin yapımından sonra bir buçuk asır boyunca ticaret anlaşmaları,
karşılıklı elçi göndermeler ve son derece kanlı savaşlar birbirini takip
etti. Zamanla bu kuzeyliler yerleşik düzene girdiler, idareleri altına
aldıkları Slavlarla karıştılar, Bizans’ın misyoner faaliyetleri sonucu
Hıristiyanlaştılar ve giderek tamamen Slavlaştılar. X. yüzyılın
sonlarında Rûslar, Rus olmuşlardı. Soylular Slavlaşmış Skandinav
isimleri kullanıyordu; Hrörekr, Rurik olmuştu, Helgi ise Oleg, Helga
Olga’ya dönmüştü, Ingvar’sa Igor’a vs… Bu isimleri 945′te Bizans’la bir
ticaret anlaşması imzalayan Prens Ingvar-Igor’un yanındaki katılanlar
listesinden öğreniyoruz. Prens Ingvar’la Prenses Helga’nın oğullarının
adı ise Svyatoslav gibi artık tamamen Slav hale geliyor. Varegler de
böylece zaman içerisinde kuzeyli özelliklerini iyice kaybedip Rus
tarihinde eriyip kayboluyorlar.
Arap
tarihçiler bu Varegleri o kadar garip ve vahşi buluyorlar ki onları
tasvir ederlerken bile bir sayfa sonra çelişkiye düşüyorlar. Ancak kimi
daha çok vahşiliklerini, kimi de pisliklerini ön plana çıkarıyor.
Savaşçılıklarında ise hepsi hemfikir; İbn Rusta “Bu iri yarı ve
cesaretli adamlar açıklık bir alanda saldırırsa kimse ellerinden
kurtulamaz.” diyordu.
Hazarlar
Sarkel’in yapımını tam zamanında öngörmüşlerdi. Rûsların ilk ortaya
çıkmalarından sonra bir asır boyunca, özelikle Bizans’a yöneldiklerini
Hazarlarla daha çok ticarî ilişkide olduklarını görüyoruz. Arada sırada
sürtüşmeler küçük çarpışmalar olsa bile Hazarlar yolları denetim altında
tutup gelen geçen mallardan da %10′luk gümrük vergilerini almaya devam
ediyorlar. Bu arada bütün vahşilikleriyle beraber karşılaştıkları bütün
halklardan işlerine yarayan bilgileri aldıkları ve safça
etkilendiklerini de görüyoruz. İtil’de Rûs tacirlerin oturduğu bir
mahalle olduğu gibi Kiev’de de bir Hazar mahallesi vardı. İbn Rusta
Novgorod’u anlatırken krallarını Rûs Kağanı diye adlandırdıklarını, Rûs
Kağanın da ordunun başına kendisini temsil etmek üzere bir komutan tayin
ettiğini yazıyor. Böyle bir adet kesinlikle ne Slavlarda ne de
Vikinglerde hiç raslanmayan bir durum olduğundan bunun tek açıklaması
Hazarlar’ın iki başlı yönetimini model almaları olabilir.
Hazarlar’la
Varegler arasındaki ticari ve kültürel ilişkilerin yoğunluğu
Varegler’in Hazarların topraklarına doğru yayılmalarını engellemedi.
Sarkel’in yapımından 25 sene sonra, Rûs kronikleri 859 yılında Baltık’la
Urallar arasında kalan Slav boylarının Varegler’le Hazarlar arasında
yarı yarıya paylaşıldığını belirtiyor. Hazarlar’a bağlı olan, Dinyeper
üzerinde bir kilit oluşturan Kiev ise üç yıl sonra Varegler’in eline
geçiyor. Kısa bir süre sonra da Kiev, Novgorod’u gölgede bırakıp,
Varegler’in başkenti olur ve “Rûs şehirlerinin anası” olarak anılacak
olan ilk Rûs devletine de adını verir. Josef’in mektubunda kendisine
bağlı yerleri sıralarken Kiev’in adı geçmiyordu. Ancak şehirde ve
bölgede hatırı sayılır bir Yahudi Hazar topluluğu yaşıyordu. Hazar
devletinin ortadan kalkmasından sonra yeni göçlerle bu Yahudilerin
sayıları da gitgide artar. Rûs kroniklerinde birçok defa “Zemlya
Jidovskaya”dan (”Yahudi ülkesi”nden) Kiev’e gelen kahramanlardan söz
edilir.
860
yılının Haziran ayında İmparator III. Michael ordusuyla Araplara karşı
sefere çıktığı sırada, İstanbul’dan aldığı garip haberler üzerine yarı
yoldan dönmek zorunda kalır. İki yüz gemiyle Karadeniz’den Boğaz’a giren
bir Rûs donanması çevredeki köyleri, manastırları, yağmaladıktan sonra
Adalar’a yerleşmişlerdi, üstelik Çanakkale Boğazı’ndan geçerek
Akdeniz’den gelen Vikingler’le birleşince Bizans’ı büyük bir tehlikeye
düşürmüşlerdi. Tarihçiler batıdan gelenlerin başındaki Jutland’lı
Rurik’le Karadeniz’den gelenlerin lideri Novgorod’lu Rurik’in aynı kişi
olduğunda görüş birliği içindeler. A.Toynbee’ye göre tarih boyunca
Ruslar İstanbul’u ele geçirme imkânına hiçbir zaman bu kadar
yaklaşamayacaklardı. İstanbul’un çevresindeki tüm garnizonlar
imparatorun seferine katıldığından şehirdeki halk moral çöküntüsüne
uğramış ve dehşete düşmüştü. İmparatorun son anda yetişmesi İstanbul’u
Vikinglerin eline düşmekten kurtardı.
Bizans
diplomasisi Hazarların bu yeni rakipleri karşısında kısa zamanda ikili
oynama taktiğine girdi ve ancak kaçınılmaz olduğunda savaş yoluna
başvurdu. Genelde yumuşak davranarak ve günün birinde bu barbarları
Hıristiyanlaştırmak umudunu yitirmeden sabırla bekledi. İki yüzyıl
Bizans-Rûs ilişkilerinde birbirini izleyen savaş ya da dostluk
anlaşmalarıyla geçti(18). Polaklar, Macarlar, Skandinavlar, hattâ o en
uzaktaki İzlandalıların bile Hıristiyanlaştıkları dönemde Rûslar da
Hıristiyanlığı kabul edip İstanbul Patrikhanesi’nin dümen suyuna
girdiler.
Ortaya
çıkan bu yeni tablo karşısında Hazarlar birden bire marjinal bir
durumda kaldılar. İstanbul’la Kiev’in giderek yakınlaşması İtil’in
önemini azaltıyordu. Hazarlar’ın Bizans-Rûs ticaret yollarındaki varlığı
ve aldıkları %10 gümrük resmi, gitgide artan ticaret hacmi de göz
önünde bulundurulursa Hazarlar artık hem Bizans hazinesine hem de Rûs
cengâver tacirlerine gitgide rahatsızlık vermeye başlamıştı.
Bizans’ın
eski müttefiklerine karşı olan tutumlarındaki değişimin ilk işareti
Kırım’daki Kerson limanını Bizanslılar’ın Hazarlar’a sormadan Rûslar’a
bırakması oldu. Yüzyıllar boyu Hazarlar ve Bizanslılar bu önemli limanı
elde tutabilmek için birlikte savaşmışlardı. Prens Vladmir 987′de
Kerson’a el koyduğunda Bizans protesto bile etmedi. Bury’e göre artık
büyük bir güç olmaya başlayan Rûs devleti ile barış ve dostluğun
karşılığında bu bedel Bizans için fazla pahalı görülmüyordu.
Bu
limanın kurban edilmesi belki savunulabilirdi ancak ardından
Hazarlar’la olan ittifakın da kurban edilmesi, kısa vadeli kısır bir
politikanın eseriydi(19). İlerleyen tarih Rûslar’a olduğu kadar Bizans’a
da bunun bedelini acı bir şekilde ödetti ancak en ağır ve en acımasız
son, Bizanslılar’ınki oldu.
Devletin ortadan kalkmasından sonra Hazarların akıbeti
Bu
konuda bütün kaynaklar son derece zayıf. Buna rağmen elimizde birçok
bilgi bulunuyor. Bazı kaynaklar ortaçağın sonuna doğru Kırım’a,
Litvanya’ya, Ukrayna’ya, Polonya’ya ve Macaristan’a göçeden Hazarlar’ın
oralarda oluşturdukları yerleşim merkezlerini işaret ediyorlar. Bu bölük
pörçük veriler yine de bize belli bir global tablo çizmek imkânını
tanıyor. Kabileler halinde bir Hazar göçünün olduğu ve bunun da
özellikle başta Polonya olmak üzere Rusya ve diğer Doğu Avrupa
memleketlerine dağıldığını anlıyoruz. Polonya’da modern çağın başından
beri Yahudilerin en yoğun şekilde yerleşik olduklarını gözönünde
bulunduran birçok tarihçi Doğu Avrupa’daki Musevilerin önemli bir
bölümünün, bazılarına göre de ezici çoğunluğunun Samî kökenli olmayıp,
Hazar kökenli oldukları varsayımını savunuyorlar. Üstelik Hazar
Yahudilerinin Polonya Yahudilerine dönüşmeleriyle ne bir kimlik kaybı
söz konusu ne de geçmişle olan bağların kaybedilmesi. Polonya ve
Litvanya’daki tipik taşra yerleşim merkezleri olan Shtetl’lar muhtemelen
XIII. yüzyılda Hazar ülkesindeki pazar-kent (kasaba) yerleşimlerinden
gelmektedir. Köylerle şehirler arasında bir basamak oluşturmaktadır.
shtetl’den shtetl’e dolaşan hikaye anlatıcıları, müzisyenler aynı
şekilde eski Türk adetlerinden gelmektedir [Meddah ve aşık gibi, ç.n.].
Polonya Yahudileri’nin en iyi at arabası yapanlar olmaları da eski
göçebelikten kalan bir Hazar geleneği olmalı. Araba yapan ustaya
İbranice “ba’al agalah” denir. Bu kelime de çaya “blagula” olarak
geçmiştir. Aynı şekilde tahta, deri, kürk işleri ve bu malların
ticareti, değirmencilik hancılık için de durum aynıdır.
Ayrıca
geleneksel kıyafetlerde de pek çok ipucu bulmak mümkün. Yiddishlerde
giyilen ipek kaftan Tatarlarınkine benzer, başa takılan takke “yarmolka”
Özbeklerinki gibidir, üstüne giyilen tilki veya samur kürkten
“streimel” ise Kazak başlıklarına “Börk”lere benzer. XIX. yüzyıla kadar
kadınların taktıkları sarık şeklindeki başlık da aynı Türkmen veya Kazak
kadınların giydiği “Cauluk”un eşidir. Geleneksel bayram yemeği olan
“Sazan dolması / gefillte fisch” de Hazar Denizi kıyılarından kalan eski
bir adet değil mi?
Bir
başka önyargı da Batı Avrupa’dan Doğu’ya sürülen Yahudiler’in
sayısıdır. Tarihî kaynakları incelersek bunun hiçbir zaman yoğun bir göç
dalgası oluşturmadığını görürüz. Ren nehrini aşarak Polonya’ya gelen
Yahudiler’in sayısı Almanya’daki ortaçağdaki Yahudi cemaatlerinin
boyutunu göz önüne alırsak son derece azdır. Doğu Avrupa’daki
Yahudiler’in esas menşei büyük ölçüde Hazar ülkesidir. Bir başka argüman
da Yidish dilinin kökenindeki Alman diyalektinin menşeidir, ancak
yapılan araştırmalar sonucunda hiçbir Yahudi yerleşimi olmamış olan Doğu
Alman lehçelerden kaynaklandığı anlaşılmıştır. Yidish dilini
Almanya’dan gelen Yahudilerin Polonya’ya taşıdığı savı yanlıştır. Ancak
Polonya’ya yoğun olarak XIV. yüzyılda yerleştirilen Alman kolonların
sayesinde olmuştur.
Böyle
bir varsayımın sonuçları çok ileriye gidebilir ve bu bize bazı
tarihçilerin neden bu konulara son derece ihtiyatlı yaklaştıkları veya
geçiştirip gözardı ettikleri hakkında bir fikir verebilir. Musevilik
Ansiklopedisi’nin(20) 1973 yılındaki baskısında yukarıda alıntı
yaptığımız Prof. Dunlop’un kaleme aldığı “Hazarlar” maddesinde, yayın
kurulunun sonradan yazdığı başka bir bölüm ise sadece krallığın
yıkılmasından sonrasına değinir. Bunun sebebi de okuyucuyu fazla
heyecandırıp “Tanrı tarafından seçilmiş ulus” dogmasına karşı içinde bir
şüphe uyanmasına imkân vermemektir:
“Anadilleri
Türkçe olan Kırım, Polonya veya Litvanya’da yaşayan Karaylar,
soylarının Hazarlar’dan geldiğini iddia ediyorlar, folklorik ve
antropolojik bazı veriler de anadillerinde olduğu gibi bu iddiaları
doğrular gözüküyor. Avrupa’da sürekli bir şekilde Hazarların soyundan
gelinmesi konusunda son derece ciddi veriler olduğu sanılıyor.”
Yahudiler’in
Hazar kökenliliğinin en radikal savunucularından biri olan, Tel Aviv
Üniversitesi Ortaçağ Yahudi Tarihi uzmanı Prof. A. N. Poliak, birinci
baskısı 1944′te ikincisi 1951′de yapılan “Khazaria” adlı eserinin giriş
bölümünde şöyle diyor:
“Hazarların
Yahudiliğiyle diğer Yahudi cemaatlerinin ilişkilerileri sorunundan
ziyade bu Yahudiliğin (Hazar) Doğu Avrupa’daki büyük Musevî
topluluklarının çekirdeğini oluşturduğu sorunu üzerine yeni bir anlayış
içerisinde yaklaşmak gerekmektedir. Bu topluluğun torunları da, gerek
halâ oralarda yaşayanlar olsun, gerek Amerika’ya veya başka ülkelere
göçenler hattâ İsrail’e gidenler olsun günümüzde dünya üzerindeki
Yahudiler’in en büyük çoğunluğunu oluşturmaktadırlar.”
Bu
satırlar yazıldığı tarihlerde Nazilerin gerçekleştirdiği holocauste’un
gerçek boyutları daha tam olarak bilinmiyordu. Ancak bu da o kadar
önemli değildi zira hayatta kalan ve İsrail’i kuran Yahudiler’in
çoğunluğunu Doğu Avrupa’dan gelenler yani Hazar kökenliler
oluşturuyordu. Bu da bu Yahudiler’in atalarının Ürdün nehri kıyılarından
değil de Volga kıyılarından, Kenan ülkesinden değil de aynı zamanda Arî
ırkın kökünün geldiği Kafkasya’dan geldiklerini, genetik açıdan da
Hunlarla, Macarlar’la, Uygurlar’la olan akrabalıklarının Hz. İbrahim,
Hz. İshak veya Hz. Yakup’tan daha yakın oldukları anlamına geliyordu.
Böyle bir durumda da “antisemitizm”in bir anlamı kalmıyordu. Yavaş yavaş
tarihin karanlıklarından gün ışığına çıkan Hazarlar’ın tarihi belki de
gelmiş geçmiş en büyük, en acımasız ve en trajik bir yanılgının
ifadesiydi.
|
Hazarlar aynı zamanda bütün dinlere saygı
göstermiş olan; yani müslümanı, museviyi, hristiyanı, şamanı bir arada
yaşatmayı başarabilen bir devlettir. Zamanın en laik devleti desek yalan
söylemiş olmayız.
Osman
Turan Hoca Hazarların MAhkemelerinde 7 Hakimin olduğunu bunlardan 2 si
musevi 2 si Hrisitiyan 2 si Müslüman 1 tanede pagan veya Göktengrici
olduğunu söyler.
EK
BİLGİLER
Hazar İmparatorluğu [650-985]
VI.
yüzyılda Sabirler yavaş yavaş unutulurken aynı bölgede, yani
Don-İdil-Kafkasya üçgeni içinde bu kez Hazarlar görünmeye başladı ve
onların yerini aldı. Aynı bölge ve sınırlar içinde bu iki devletin yer
alması bazı tarihçileri Hazarlar’ın Sabirler’in uzantısı olduğu
düşüncesine götürmüştür. Başka bir kaynakta da, Hazar adının Türkler’in
Sibir diye adlandırdıkları kavime İranlıların verdikleri isim olduğunun
yazılmış olması bu kanıyı güçlendirmektedir. Hazarlar’ın Türk oldukları
konusunda tüm tarih kaynakları anlaşma içindedir. Ne var ki, nereden
geldikleri konusunda değişik yorumlar ve görüşler bulunmaktadır.
Hazar
İmparatorluğu, tarih sahnesinde görünen en uzun ömürlü Türk devletleri
içinde yerini almıştır. Önceleri ikibuçuk yüzyıl süre ile Belencer
kentini başkent yapmışlardır. İmparatorluk genişleyince bu kez de Volga
kenarındaki İdil kentini yeni başkent olarak gene ikibuçuk yüz yıl
kullanmışlardır. İdil kenti zamanımızda Astırhan adı ile yaşamaktadır.
Hazarlar Orta Asya’dan gelerek yeni ülkelerine yerleştikleri zaman
buralarda yaşayan Türk boylarını da kendilerine bağlamışlar ve böylece
güçlenerek kısa zamanda bağımsız bir devlet kurabilmişlerdir. Önceleri
Kuzeydoğu Kafkasya’da ve Dağıstan’da yaşayan Hazarlar sonraları daha
kuzeye çıkmışlar, Hazar Denizi’nin kuzey kısımları, Volga Ovası, Kuban
bölgesi ve Kırım civarını da alarak sınırları içine katmışlardır.
Hazarlar daha sonraları hem Kuzey Asya’ya hem de Doğu Avrupa’ya doğru
genişleme göstermişler ve bu bölgelerde yüzyıllarca etkili olmuşlardır.
Başlangıçta Aral Gölü’nün güneyindeki Harzem bölgesi de Hazarlar’ın
sınırları içinde yar alıyordu. Bulgar boyları ile daha sonraları
Macaristan Krallığı’nı kuran Türk Arpad boyu da Hazarlar’ın birer kolu
idi. Arpadlar Hazarlar’ın Kabar kolunun uzantısı olarak tarih sahnesine
çıkmış ve daha sonra Avrupa’ya göç ederek Hunlar ile Avarlar’ın
kalıntıları üzerinde bir Macar Krallığı kurmuşlardır.
Hazarlar’ın
başına geçen kağanların adları biliniyorsa da bunların saltanat
süreleri kesin olarak saptanamamıştır. Eldeki bilgilere göre Hazarlar’
in kağanları şu sıra ile tarih sahnesine çıkmışlardır.
1.
Bulan (620-630) 2. Ubaca 3. Hizkiya 4. I.Menaşe 5. Hanuka 6.
İshak 7. Sabulon 8. II.Menaşe 9. Nişi 10. I.Harun 11.
Menahem 12. Benyamin 13. II.Harun 14. Yusuf (931-965)
Bu
sıranın yanı sıra, 650 yıllarında Hazar devletini kuran kağana bazı
kaynaklarda Hazar Han adı verildiği görülmektedir. Değişik kaynaklar
başa geçen kağanları anlatırken değişik adlar da kullanmıştır.
Hazarlar,
Kafkasya ve kuzeyinde genişledikten sonra hem Doğu Avrupa’ya, hem de
Anadolu’ya doğru çeşitli akınlar düzenlediler. Bu akınlar sırasında
Anadolu’nun doğu kısımlarında bazı bölgeleri ele geçirdiler. Gürcistan
ve Azerbaycan’ı aldılar. Bir süre sonra bu bölgeye Arap orduları
geldiler. Araplar Hazarlar’a karşı sefere çıktılar. Hazarlar bir kez
daha bu orduyu geri püskürttüler.
Araplar
Bizans’ı kuşattıklarında, Hazarlar da Bizans’ın dostu olarak
Kafkasya’nın güneyine doğru inmeye başladılar. Bunun üzerine Araplar
yeni bir ordu toplayarak Hazarlar’ın üzerine gittiler ve Kafkasya’yı
geçerek Hazar başkenti Belencer kentini aldılar. Araplar başkenti talan
ettiler ve çok miktarda ganimeti ülkelerine götürdüler. Hazarlar bir
süre sonra toparlandılar ve yeni bir ordu ile başkentlerini geri alarak
Araplar’ı ülkelerinden kovdular. Bu hızla güneye inen Hazar orduları
Diyarbakır’a kadar geldi. Bir süre sonra Araplar yeniden Hazar seferine
çıktılar, başkent Belencer’i ikinci kez alarak diğer büyük Hazar kenti
olan Semender’e kadar ilerlediler. Araplar Hazarlar’a karşı büyük bir
saldırıya geçtiler, İslam orduları Hazar ülkesinin ortalarına kadar
geldiler, Volga kıyılarını tutan Hazar ordularını dağıtarak Hazar
Kağanını zorla Müslüman yaptılar. Canını kurtarmak karşılığında Hazar
Kağanı Müslüman oldu. Kağana Müslümanlığı öğretmek için din adamları
gönderildi ve zorla Müslüman yapılmaya çalışıldı. Kağan bir, iki yıl
Müslüman olmuş gibi göründüyse de aslında olmadı ve Müslümanların
baskılarına karşılık bir süre sonra Yahudilik dinini benimsedi. Et ve
şaraba düşkün olan Kağan bir türlü Müslümanlığı kabullenemedi.
Hazar
ülkesini kendine bağlayan İslam Komutanı Mervan bir süre sonra iç
karışıklıklar yüzünden ülkesine dönmek zorunda kaldı. Emevi ve Abbasi
çekişmeleri Müslümanlığın fetih gücünü azalttı. Hazarlar da bu durumdan
yararlanarak yeniden toparlandılar ve kendi bölgelerinin en güçlü
devleti oldular. İslam orduları bir yandan Bizans’ı zorlayarak ve
İstanbul’u iki kez kuşatarak Avrupa’ya geçmek isterken, diğer yandan da
Hazar ülkesini zorlayarak Kuzey Karadeniz yolu ile de Avrupa’ya
dinlerini yaymak istiyordu. İslam orduları iki kez Hazar ülkesinin içine
kadar gelmelerine karşın, Hazarlar’ın direnmeleri yüzünden daha
ilerilere gidememişler ve bir süre sonra karşı saldırılarla
karşılaştıkları için de geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
İslam
orduları ile sürekli savaşan Hazarlar Bizanslılarla dostluk ilişkileri
içinde olmuşlardır. Saraylar düzeyinde kız almışlardır. Bir Bizans
İmparatorunun anası Hazar prensesi olduğu için Leon Hazar adını taşır.
İslam orduları Bizans’a saldırdığı zaman Hazarlar güneye iniyorlar,
Hazar ülkesine saldırdığı zaman da Bizans orduları Doğu Anadolu’ya
çıkıyorlardı. Böylece bu iki devlet İslam ordularına karşı birbirlerini
korumuşlardır. Ayrıca Sasaniler’in Bizans’a saldırıları karşısında gene
Hazarlar Bizans devletine yardımcı olmuşlardır. Hazarlar Bizans
İmparatoru’na askeri yardım göndererek Sasani ordusuna yenilmesini
önlemişlerdir.
630
yıllarından sonra bağımsız hakanlık dönemine giren Hazarlar, Bizans ile
yine karşılıklı dostluk anlaşmaları imzalamışlardır. Karadeniz’in
kuzeyindeki büyük Bulgar devleti Hazarlar’ın genişlemesine dayanamayarak
yıkılmış ve Bulgarlar Doğu Avrupa’ya göç etmişlerdir. Bulgarlar’ın Doğu
Avrupa’ya göç etmeleri ve bölgede yeniden güçlenmeye başlamaları
üzerine, Bizanslılar Bulgarlara karşı Hazar devletiyle yine anlaşma
içinde olmuş ve bu denge içinde, Doğu’dan ve Batı’dan gelen saldırılara
karşı koyabilmiştir. Bizans devleti uzun ömürlü olmasını Hazarlar’a
borçludur.
Abbasilerin
başa geçmesiyle birlikte İslam ordularının fetih gücü düşmüş ve
Hazar-Arap çatışması da gerilemiştir. Bununla beraber Hazar orduları
güneye akınlar yapıyorlardı. Harun Reşit zamanında bir İslam ordusu
Hazarlar’ı geri püskürtünce Hazarlar Arap ülkesine doğru akın yapmaktan
vazgeçtiler. Hazarlar güney sınırlarında Araplarla uğraşırken, doğu
sınırlarında ciddi bir saldırı veya sorun ile karşılaşmadılar.
Bulgarları Doğu Avrupa’ya göçe zorladıktan sonra doğu bölgesinde Hazar
devleti uzun süre rahat etti. İslam orduları ile savaşması nedeniyle,
Bizanslılar Hazarlar’a Kırım bölgesinde anlayış gösterdiler ve onların
Karadeniz’in kuzeyinde genişlemelerine pek ses çıkarmadılar.
Bizans’ın
iç kargaşalıklarında Hazarlar’ın da öne çıktığı görülmüştür. Taht
kavgalarında yitiren tarafın Hazar ülkesine kaçtığı ve daha sonra da
Hazar ordusunun desteği ile İstanbul’a gelerek yeniden tahta çıktığı
görülmüştür. Bizans devleti sürekli entrikalar içinde olduğundan, geri
tepen siyasal oyunlarda zayıf kalanların hemen Hazarlar’dan yardım
istemesi gibi durumlar çok görülmüştür. Bizans ile iyi ilişkilerini
sürdüren Hazarlar, düzenli bir orduya sahip oldukları kadar, Orta Asyalı
karakterleriyle de gelişmiş bir devlet yapısını örgütleyebilmişlerdir.
Nitekim, İslam ordularının iki kez ülkenin içine girerek başkenti
almalarına karşın Hazar devletinin çökmemesi, aksine giderek güçlenmesi
ve V yüzyıl boyunca güçlü bir imparatorluk olarak sürmesi, Hazar
devletinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.
Hazar
devletinin sona ermesine yol açan sebepler, Kuzey Karadeniz’de
Ruslar’ın ortaya çıkması ve Selçuklu Türkleri ile Kıpçak Türkleri’nin bu
devlete sürekli saldırılar düzenlemeleri sonucunda ortaya çıktı.
Hazar Kültürü
Hazarlar
yerleştikleri bölgede kısa zamanda güçlü bir devlet kurabilmişlerdir.
Devlet yaşamı nedeniyle göçebeliğin yanı sıra yarı yerleşik bir yaşam
düzeni kurmuşlardır. Türk kökenli bir ulus olarak Orta Asya’dan gelme
göçebelik karakteri tümüyle silinmemiştir. Özellikle yaz ve kış
aylarında değişik bölgelerde oturma geleneği Hazar devletinde de
sürdürülmüştür. Kış aylarında genellikle kentlerde yaşarlar, ilkbahar
gelince kentlerden çıkarlar ve kışa kadar yayla ve bozkırlarda
yaşarlardı.
Başkent
İdil büyük bir yerleşme merkeziydi, İdil’in yanı sıra ikinci büyük
kentleri Semender binlerce bağ ve meyve bahçeleri ile ülkenin tarım
merkezi görünümündeydi. Başkent İdil kenti büyük surlarla çevrilmiş
geniş bir alana yayılmıştı. Bütün kentlerde çarşılar ve hamamlar
bulunuyordu. Evler tahtadan veya keçeden yapılıyordu. Yapı malzemesi
olarak az miktarda balçık kullanılıyordu. Yalnızca kağanın sarayı
tuğladan yapılmıştı. Kağanın sarayı Volga üzerinde bir adanın içinde,
çevresi duvarlarla örülmüş olarak bulunuyordu. Ada ile kentin batı kısmı
arasında köprü vardı. Doğu
kesiminde halk, batı kesiminde ise saraydaki görevliler yaşıyorlardı.
Halk arasında çeşitli dinlere inananlar beraberce yaşıyorlardı. Tarım,
ticaret ve küçük el sanatları halk arasında yaygındı. Devlet hazinesinin
gelir kaynağı ise dış ticaretti. Volga yöresi ile Orta Asya arasında
çok sayıda kervan gidip geliyordu. Hayvan ürünleri, dokuma, bal,
baharat, meyve ve şarap dış ticaretin ana ürünleriydi. Ruslar kuzeyden
getirdikleri kürkleri İdil pazarlarında satarlar, karşılığında Hazar
ülkesinin ürünlerinden alırlardı. Hazar ülkesinden transit geçen
mallardan devlet yüzde onbir vergi alırdı. Bu gelire Bulgarlar, Macarlar
ve diğer bağlı kavimlerden alınan haraçlar da eklenince Hazar
İmparatorluğu’nun epeyce zengin bir devlet olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu
zenginliğin büyük ölçüde askeri güce, bir ölçüde de vergi toplayanların
ve gümrük görevlilerinin uyandırdığı saygıya dayandığı incelemelerde
anlaşılmıştır. Hazar ülkesindeki madenler ve tarım ürünleri nedeniyle
Araplarla ticaret de fazlaca gelişmişti.
Hazar
İmparatorluğu uygar dünyanın önde gelen devletleri arasında yer
alıyordu. Kabile düzeyinde yaşayan kuzey komşularına oranla, kozmopolit
bir ülkeydi. Bu nedenle de devlet yönetiminde hoşgörü asıl sayılıyordu
ve her türlü din ve kültür etkilerine açıktı.
Güzel
sanatlar ve el sanatlarında, moda ve giyim dahil olmak üzere çok ileri
bir düzeye sahiptiler. Bizans Prensi Hazar Kaganı’nın kızı ile
evlendiğinde Hazarlılar çok değerli çeyizler göndermişlerdi. Prensesin
elbisesini çok beğenen Bizanslılar buna benzer elbiseleri erkekler için
yaptılar. Altın ve gümüş madenlerine sahip olduklarından süslemelerinde
ve el işlerinde bu madenlerin etkisi görülmekteydi. Hazar sanatı eski
dönemlerin ve çevredeki diğer sanatların etkisi altında kalmıştır.
Desenleri çoğunlukla Sasani etkisi gösteriyordu. Çatal, bıçak ve gümüş
desenleri ise Perslerinkine benziyordu. Bizans sanatı da değişik
açılardan Hazar ülkesine etki yapmıştır. Sarkel Kalesi’nin dehlizlerinde
ele geçen değerli mücevherler ve diğer malzemelerde değişik sanatların
yansımaları görülmüştür.
Hazarlar’ın
ilk başentleri Belencer ve Semender’in civarında yapılan kazılarda da
bazı değerli eşyalar ele geçmiştir. Bulunan eşyadan anlaşıldığına göre
Hazar sanatı kendi dönemine göre ileri düzeyde bulunuyordu. Buna göre,
Hazarlar’ın değerli eşya ticaretinde de ileri oldukları söylenebilir.
Bugün Rusya sınırları içerisinde yer alan Hazar ülkesindeki bazı
arkeolojik merkezler baraj sularının altında bırakılmış ve böylece
insanlığın Hazar kültürü ile ilgili yeni kazılar yapabilmelerine olanak
kalmamıştır.
Hazar
devleti göç ve ticaret yolu üzerinde kurulmuş olduğundan hem Orta Asya,
hem de Doğu Avrupa ticareti üzerinde egemen durumdaydı. Hazar kentleri
birer ticaret merkeziydi. Barış dönemlerinde, ticaret ve zenginlikle
beraber, kentler gelişme gösteriyordu. Hazar devletinin hoşgörüsü bağlı
kavimleri de ticaret yapmaya yöneltiyor ve Hazar devleti bunlardan da
pay alıyordu. Hazarlar’ın sağladıkları barış ortamı Kuzey Karadeniz
bölgesinde ticaret ve ekonominin gelişmesine büyük yardım sağlamıştır.
Karaçay’lar,
Balkarlar, Tatlar ve Kafkas boyları Hazarlar’ın günümüzdeki kültürel ve
hatta bir bakıma da etnik uzantılarıdır. Hazarlar Türk-Hazar dilini
konuşuyorlardı. Karaçaylar, Balkarlar ve Kafkasyalılar da bu dilden arta
kalan pek çok sözcük bulunmaktadır. Polonya’da yaşayan Karaylar bile
eski Hazar Türkçesini kullanmaktadırlar. Karaylar bütünüyle Hazar
kültürünün günümüzde yaşayan temsilcileri olarak görülebilir.
Devlet Örgütlenmesi
Hazarlar’da
devlet yapısı geleneksel Türk devletlerinin örneğine uymaktadır.
Özellikle Göktürk ve Karahanlı devleti ile Hazar devleti arasında büyük
benzerlikler saptanmıştır. Slavlar ve İskandinavyalılar için bu devlet
yapısı ilginç gelmiş ve Ruslarla beraber birçok bölge devleti Hazar
devletinin kurumlarını benimsemişlerdir. Araplar ise Hazar devletinde
adaletli bir düzenin egemen olduğunu gördükten sonra Hazar Kaganı’nı
dünyadaki adaletin simgesi olarak kabullenmişlerdir. Türk devletlerinde
görüldüğü üzere Hazar İmparatorluğu’nun egemen karakteri çifte krallık
düzeniydi. Asıl Kağan, devleti simgesel olarak temsil etmekte, ama bir
başka kağan ona bağlı olarak devlet işlerini yürütmekteydi, iki krallık
sisteminde asıl kağan isterse kendisine bağlı olarak işleri yürüten
diğer kağanı görevinden alabiliyordu. Büyük Kağan kendi sarayında yaşar
ancak birkaç ayda bir halkın önüne çıkardı. Asıl hakana Büyük Kağan,
halifesine ise Kağan Beg denirdi. Kağan Beg her gün Büyük Kağan’ın
huzuruna girer ve devlet işlerini ona danışarak yürütürdü. Büyük
Kağan’ın yanına girerken büyük bir çıra yakar ve elinde yanan çıra
olarak Büyük Kağan’ın yanına gelerek tahtın sağ yanına otururdu. Hakan
Beg’in naibi Kündür Hakan onun naibi de Cavşıgır adını alırdı. Büyük
Kağan halk ile konuşmaz, devlet işlerini bu üç hakan ile beraber
yürütürdü. Büyük Kağan üç naipten başkasını yanına kabul etmezdi.
Ülkenin yönetimi ve adalet işleri ile bağlı vilayetlerin işleri hep
Hakan Beg’in elinde idi.
Büyük
Kağan savaş için sefere çıkınca ordunun bir mil kadar ilerisinde gider,
onu gören herkes yerlere kapanır, o geçene kadar da yere kapanık olarak
dururdu. Kağanın işbaşında kalma süresi kırk yıldır. Bu süre içinde
ölmezse, yanındakiler onu aklı azaldı diye öldürürlerdi. Büyük Kagan’ın
savaşa gönderdiği ordu yenilirse ve kaçarak geri gelirse, hükümdar geri
gelenlerin hepsini öldürtürdü. Öldürülen askerlerin kadınlarını,
mallarını ve çocuklarını başkalarına dağıtırdı. Büyük Kağan insanları
öldürmeye, cezalandırmaya veya affetmeye yetkiliydi, ikinci derecede
kağanlar bazen şad, tarhan veya yabgu adını da alıyorlardı. Yürütme
yetkisi Büyük Kağan’a bağlı olarak bu ikinci derece hakanların
elindeydi.
Hazar
hakanları da Göktürkler’de olduğu gibi Aşına sülalesinden geliyorlardı.
Kağanların mal ve mülkleri olmazdı çünkü bütün ülke onların malı
sayılıyordu. Kağan naiplerinin ise bazen Oğuzlar gibi güçlü kavimlerden
seçildiği de olmuştur. Bağlı kavimlerin içişlerine fazla karışılmamış,
vergi ve haracını ödeyenlere devlet yumuşak davranmıştır. Özellikle din
işlerinde herkes özgür bırakılmış, bu nedenle de ülkede çeşitli dinler
birarada yaşayabilmiştir. Her din veya mezhep kendi kutsal yerlerini
yapabilmiş ve beraberce dinsel törenler düzenleyebilmişlerdir.
Hazar
devleti Türklerin göçebelikten yerleşikliğe geçişinin dönüm noktasıdır.
Hazarlar ele geçirdikleri bölgelerde önemli kentler kurmuşlar ve
buralara yerleşerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Üç başkentin yanı sıra
Hazar devleti kent düzeyinde bütün ülkede örgütlenmiştir. Kentler hem
yaşam, hem de ticaret merkezi olarak sivriliyordu. Hazarlar’ın ticaret
ve göç yolları üzerinde bulunmaları onları kentleşmeye götüren bir başka
neden olmuştur. Saksın, Sakarkend, Yüzkent, Bezkent diğer önemli
kentler olarak belirmiştir. Saksın kenti Hazar devletinin bilim
merkeziydi. Hazar Denizi’nin kuzeyindeki kentlerde ise Bulgarlar
yaşıyorlardı. Kentler arasında ticaret kurşun paralarla yapılırdı.
Tarihsel kaynaklar Hazar devletinin mallarının diğer ülkelere oranla çok
ucuz olduğunu ve halkın yaşam düzeyinin yüksek olduğunu yazmaktadır.
Daha sonraları da kurşun ile bakırın karışımından paralar yapılmıştır.
Hazarlar daha sonraları bir buçuk karış boyunda, bugünkü kâğıt paralara
benzeyen, kumaş paralar kullanmışlardı. Ekin adı verilen bu kumaş
paralar Uygurlar’ın Kamdu adı verilen kumaş paralarına çok benziyordu.
Kışın
Kentlerde yaşayan halk, daha sonraları kent dışına çıkmakta ve
çadırlarda yaşayarak hayvancılık ile tarım işlerinde çalışmaktaydı. İdil
ve Semender kentleri arası çok yeşillikti ve bu bölgede beş binden
fazla bağ bulunuyordu. Tarım ve hayvancılığın yanı sıra bazı küçük el
sanatları da gelişmişti. Hazarlar’ın yaptıkları kılıçlar, süngüler ve
eyerler dünya çapında isim yapmıştı. Hazar kılıçları daha sonraki
devletlerde de görülmüştür. Anadolu’da, Hazaran kılıcı diye bir tür,
folklor içinde yer almıştır.
Süslemecilik
ve dokumacılık da Hazar devletinde gelişmişti. Devlet bunların
ticaretini yaparak hazinesine gelir sağlıyordu. Diğer ülkelerin
prensleri ve kralları ile evlenmek üzere gönderilen Hazar prenseslerinin
çeyizleri incelendiğinde Hazarlar’ın bu alanda da çok ileri gittiği ve
devletin bu tür el sanatlarını desteklediği anlaşılmaktadır. Devlet
halka baskı yapmadan onların el emeklerinin değerlendirilmesini ticaret
aracılığı ile yerine getiriyordu.
Hazarlar
Oğuzlar’da olduğu gibi önceleri ölülerini suya gömerken daha sonra
yakma yöntemini benimsemişlerdir. Kağanlar için özel törenler düzenlenir
ve yirmi odalı büyük bir ev yapılarak bu evin odalarından birisine
kağanın cenazesi gömülürdü. Hazarlar bu kabre cennet diyorlardı. Kral
kabirlerine daha sonra su verilir ve suyun altında kalması sağlanırdı.
Hazar kültüründe bu tür mezarların önemli bir yeri vardır.
Kaynakça: Tarihte
Türk Devletleri Milliyet Yayını |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder